Bir kula iki tane nimet verdi mi ona her şeyi vermiş demektir. Bu nimetlerden bir tanesi şudur: Allah’ın sevdiği dostlarını tanımak. Bak! Bilmek değil, görmek değil, tanımak. Görmek olsaydı, Resulullah’ı gören bir sürü müşrik vardı. Ama onu tanımadıkları için kâfir gittiler. Örnek, amcası, öz amcası Ebu Leheb. Gördü, bildi ama tanımadı. Tanımak istemedi, anlamak istemedi, konuşmak istemedi. Nerede İslam’ı tebliğ ettiğini görse yerden bir parça toz aldı, toprak aldı, yeğeninin suratına attı. “Ellerin kurusun Ya Muhammed!” dedi. Sallallâhu aleyhi ve sellem. Ama “Tebbet yedâ ebî lehebin…” (Tebbet, 1) oldu. “Ebu Leheb’in elleri kurusun.” Sen Allah’ın peygamberine beddua edersen… O peygamber sahipsiz mi? O peygamberin Rabbi var, onu kim görevlendirdi? Anlattığı cennet ve cehennem o peygamberin mi? Cennetin, cehennemin ve senin bir sahibin var, Allah Teâlâ var. Allah peygamberini sahipsiz bırakmaz. Ebu Leheb kuruya kuruya ölmüştür cüzzam hastalığından. Burnu düştü, kulağı düştü, parmakları düştü, tırnakları düştü. Bunu görüyor, yeğenine ettiği beddua da aklına geliyor. Ben beddua ettim yeğenime, bak Allah bana ne verdi, diyor. Ama elinden bir şey gelmiyor. Parası var, şöhreti var, tabipler çare bulamıyor. Neden? Allah seni helak etti mi ne yapabilirsin ki? Ne yapabilirsin? O gelişmiş Avrupa yüz binlerce insanı vebaya kurban verdi. Yüz binlerce insan! Veba nasıl yayıldı? Allah Teâlâ farelere bir hastalık verdi. Farelerin ısırdığı adam veba oluyordu. Avrupa’nın ilmi, Avrupa’nın tekniği karşı koyamadı. Yüz binlerce insan fare pisliğiyle yok olup gittiler. Şu hâlde Allah Teâlâ Hazretleri bir kuluna, sevdiği kullarını tanıma nimetini verirse ona her şeyi vermiştir. Üstadım İhramcızade İsmail Efendi’ye bir dervişi geliyor, diyor ki: “Efendim! Bu ihvanınıza, bu dervişinize bir dua eder misiniz? Allah benim kalp gözümü açsın.” Üstadım diyor ki: “Evladım, bu nasıl bir söz? Kalp gözümü açsın demek nasıl bir söz? Sen Mevlana Halid-i Bağdadi’yi tanıyor musun?” “Tanıyorum efendim.” “Onu seviyor musun?” “Seviyorum efendim.” “Sen İmam Rabbani’yi seviyor musun?” “Seviyorum efendim.” “Sen Beyazid-ı Bistami’yi seviyor musun?” “Seviyorum efendim.” “Sen Ebu Bekir Sıddik’i seviyor musun?” “Seviyorum efendim.” “Sen Muhammed Aleyhisselam’ı seviyor musun evladım?” “Seviyorum efendim.” “Evladım senin kalp gözün açılmış, sen farkında değilsin.” Kimleri sevdiğine bak, kimleri tanıdığına bak. Eğer tanıdığın ve sevdiğin insan Karl Marx ise ayvayı yedin. Kalp gözün kirlenmiş, mühürlenmişsin. Marx’ı sevebilir mi bir Müslüman? Marx, “Din afyondur.” diyen bir adam. “Bütün inançlar afyondur, uyuşturucudur. İnançlardan kaçın” diyen bir adam. “Allah diye bir şey yok. Uydurma, binlerce yıllık bir uydurma.” diyen bir adam. Eğer sen Karl Marx denilen adamı seviyorsan, Darwin’i seviyorsan, Stalin’i, Lenin’i seviyorsan sen mühürlenmişsin, senin kalp gözün kirli, kapalı. Ama sen Ebu Bekir Sıddık’ı seviyorsan, dava arkadaşı Muhammed Aleyhisselam’ı seviyorsan Allah sana en büyük nimetlerden bir tanesini vermiş. En büyük nimetlerden bir tanesi, onun dostlarını sevmektir. Rabbime hamdolsun ki siz de onun dostlarından bazılarını seviyorsunuz, o sevgi sizi buraya getiriyor. Bir adam sevmeye sevmeye sinemaya gitmez. Sinemaya gitmesi bir işkence olursa, bir sıkıntı olursa oraya gitmez. Bir adam sevmeye sevmeye halı sahaya gitmez. Bir hafta gider, ikinci hafta “Ben gelmiyorum artık.” der. “Sevmediğim adamlar orada.“ der. Bir adam seviyorsa her hafta halı saha maçını aksatmaz. Çünkü sevdiği insanlar orada. Onlarla beraber ter döküyor, onlarla beraber hareket yapıyor, aksiyon yapıyor. Çünkü seviyor. Allah yolu da bunun gibidir. Sevdiğin insanlar varsa, sevdiğin âlimler, veliler anlatılıyorsa, sevdiğin peygamber, aşık olduğun peygamber tanıtılıyorsa Allah sana nimetlerin en büyüklerinden bir tanesini vermiştir kardeşim. Nimetlerin en büyüklerinden ikincisi nedir? Allah bir kuluna iki nimet vermişse ona her şeyi vermiştir. İkincisi, güzel bir işte çalışmak. Güzel bir işte çalışmak! Bir Müslüman için bu dünyada en güzel iş nedir? İslam’ı öğretmektir. Peygamberin işidir. Sâllallahu aleyhi ve sellem. Allah’ın peygamberlerinin işi nedir? İslam’ı öğretmek; Allah’ın dinini ücretsiz, parasız, karşılıksız, menfaatsiz insanlara yaymaktır. Bunlar peygamber mesleğidir. Şu hâlde, aramızdan herhangi bazıları; ilme meraklı olan, sohbetlerden ve okuduğu ehl-i sünnet âlimlerin kitaplarından öğrendiği bilgileri kayıtsız, şartsız, karşılıksız insanlara aktarma isteğinde olanlar kimin mesleğini almış oluyor? Kimin meslektaşı? Peygamberlerin meslektaşı oluyor. Kardeşler, İslamiyet’te bir kaide vardır. Bir kula, bir Müslüman’a İslam’dan bir tek meseleyi öğrettiğimiz zaman bir tek mesele hürmetine yüz umre sevabı vardır. Bakın, kardeşlerimiz şimdi umrede. Cemaatimizden üç beş kardeş gitti. İnşallah kavuşmak nasip olacak. (Amin) Hurmalarını, zemzemlerini yiyeceğiz, içeceğiz. Bu kardeşlere soracağım şimdi geldikleri zaman “Kardeş kaç tane umre yaptın?” Bunlar şimdi derviş ya “Dört tane yaptım hocam, beş tane hocam.” Mirsad kardeş biraz dengesizdir, sekiz on taneye çıkabilir. Bakalım, ben merak ediyorum. Ama işaret vermeyin, kimse işaret vermesin. Geldiği zaman soracağım. Bakalım. Yedi sekiz maksimum, yirmi günde yedi sekiz tane umre yapar. İslam’dan bir meseleyi öğretirsen bir Allah’ın kuluna yüz umre sevabı vardır kardeşler. Bakın bu fıkhi bir kaide olabilir, bir ahlak kaidesi olabilir, Resulullah Aleyhisselam’dan bir menkıbe olabilir, bir hadis olabilir, bir ayet olabilir. Bir tek mesele… Öğrettin mi? Yüz umre sevabı burada. Bundan büyük nimet var mı? Şimdi… Bir tek meseleyi öğretmek bu kadar sevapsa, İslam’dan bir tek meseleyi bir kula karşılıksız öğretmek bu kadar mükafatlıysa ya bir kulu namazsızlıktan namaza başlatmak nasıl bir mükafattır? Bak daha buraya geçmedim, sadece bir tek meseleyi öğretmekten bahsediyorum. Adam namaz kılmıyor. İki üç sohbete geliyor, beş vakit namaza başlıyor. Bunun mükafatı diğeriyle kıyas yapılamaz. Bir Şii’yi ehl-i sünnete döndürmek nasıl bir mükafattır? Düne kadar sahabe efendilerimize, Kur’an’ın “Peygamberin hanımları sizin annelerinizdir.” (Ahzâb, 6) dediği Resulullah’ın hanımlarına küfür eden bir Şii’yi Ehl-i sünnete döndürdün, vesile oldun. İslam’ı öğrettin, ana caddeyi öğrendi. Ehl-i sünnet vel cemaati öğrendi, tövbe etti. Bu adamı döndürmek, bir adamı namaza başlatmaktan çok daha büyük mükafatlıdır. Ehl-i bid’atten yani cehenneme doğru koşturan bir adamdan cennete doğru koşturan bir adam oldu. Bir Vehhabi Selefiyi Ehl-i sünnete döndürmek nasıl bir şeydir? Adam tekfirci, adam harici, önüne geleni kesen bir adam… Önüne gelene kâfir damgası vuran bir adam ama Ehl-i sünnet oldu, döndü, tövbe etti. Bunun mükafatıyla ölçülebilir mi kardeşler? Şu hâlde bizim için en büyük nimet çalışmaktır. Bizim için en büyük nimet bu salihleri, bu âlimleri, bu Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak; orada kalmayıp onlara benzemektir. Sonra, onlar gibi peygamber mesleğini sahiplenmektir. Ebu Hureyre radıyallāhu anh Resulullah’ın mescidine girdi koştura koştura. Yok, çarşıya gitti çarşıya. Ticaret yapılan çarşıya gitti koştura koştura. “Ne yapıyorsunuz siz burada ey ahali? Ey peygamberimin ümmeti! Sâllallahu aleyhi ve sellem. Ne yapıyorsunuz siz burada?” “Ticaret yapıyoruz ya Ebahir.“ “Resulullah’ın mescidinde miras dağıtılıyor. Peygamberin mirası dağıtılıyor. Ne yapıyorsunuz siz burada? Bırakın işinizi gücünüzü.” Mirası duyunca insanlar tabii hemen işi gücü bıraktılar, koştura koştura mescide gittiler. Bir baktılar ne para var ne altın var ne bir şey. “Ya Ebu Hureyre hani miras, nerede para, nerede altın?” Ebu Hureyre ne buyurdu? “İlim meclisi var burada. Abdullah ibni Mesud burada sohbet yapıyor. Abdullah ibni Abbas burada sohbet yapıyor. Musab bin Umeyr burada sohbet yapıyor. Biri fıkıh anlatıyor, biri hadis anlatıyor, biri tefsir yapıyor, biri akaid konuşuyor. Siz ne yapıyorsunuz orada? İşte bu, peygamberin mirasıdır. Alın bunu, kaçırmayın.” Kardeşler, şu anda ülkemizin birçok yerinde peygamberin mirası sahipsiz. Övgüler ve selam üzerine olsun. (Amin) Kimse bunun peşinde değil. Herkes nasıl daha çok, kolay zengin olabilirim. Şimdiki dervişler çok değişti, çok değişti! Hepsi para peşinde. Napolyon’un tarikatından; para, para, para… Napolyon’un tarikatına girmeyin kardeşler. Bu tarikat sapık tarikattır. Para tarikatı olur mu? Bir derviş tasavvuf yoluna girdiği zaman dünya ona hep ikinci plandadır. Önce Allah yolu… İşinde çalışırken bile bugün nasıl bir Müslümanın ağzındaki küfrü iptal edebilirim? Bunun hesabını yapar derviş. İşinde çalışırken bile bugün nasıl birisine bir ayet öğretebilirim? Bunun hesabını yapar derviş. Para sonraki iştir. Çünkü toprağa girdiğin zaman seninle giriyorsa tamam, ben senden daha çok çalışayım. Toprağa girdiğimde şu anda cebimdeki elli lira benimle beraber girecek mi? Soru basit… Fıkhi bir kaide sormuyorum kardeşler. Cebimdeki elli lira toprağa girdiğimde benimle beraber toprağa girecek mi? Hocam senin çocuğun seni çok sever, sokar o elli lirayı. Kefenin içine sokar. Sokmaz, sokmaz. Caiz değil, uygun değil, bid’at olur. Kefenden başka hiçbir şeyle beni koyamazlar toprağa. O zaman ne yapacaksın? Toprağın altında bize faydalı olan şeylere bakacağız. Öncelik bu olacak. Nedir o öncelik? İslam’ı öğren ve öğret. Öncelik budur.
Tebliğ et!