Gerçekten Allah her şeyi biliyor mu, kader var mıdır? Ya da Allah her şeyi biliyorsa, o zaman bizim özgür irademiz var mı? Ya da kukla tabir edilen bir mesele içerisinde miyiz? Kaderi madem Allah zaten yazmış, Allah zaten kaderi yazmışsa benim burada suçum ne? Kader var mıdır, kader nedir meselesi, kaderi inkar etme meselesi ya da akla yatmama meselesi hep kaderi yanlış bilmeden geliyor. Yani kader konusu nedir? Tam olarak bilinmemesinden kaynaklı. Yoksa konuyu anlasak temeller çok net bir şekilde oturacak. Kader dediğimiz ağabey, Allah’ın geçmişte olan olayları, şu anda gerçekleşen olayları ve gelecekte gerçekleşecek olan tüm olayları bilmesine denir. Yani Allah bütün meseleleri biliyor ve bu meseleye de kader diyoruz. Yani bilgi nevinden. Peki burda işte ne geliyor akla? Şimdi Allah geleceği biliyor, her şeyi biliyor. Kafa burada zaten karışmaya başlıyor. Neden? Çünkü bilmek kavramı bizde nasıl? Zamana bağlı bir kısıt. 1 saat sonra ne olacağını biliyor musun? Bilmiyorsun. Niye? Çünkü zaman denizindeyiz bir bakıma değil mi? Zaman içerisinde olduğumuz için bilmede kısıtlama var. Ama böyle düşününce şimdi Allah için zaman olmadığı için kısıtlama söz konusu olacak mı? Elbette olmayacaktır. Peki burada o zaman nasıl o zaman kafa karışıyor? Tam işte dediğimiz gibi zaman denizinde olduğumuz için, zamansızlığı kavrayamayabiliyoruz. Mesela şöyle bir örnek versek. Diyelim ki bir insanın ilk defa denizi gördüğünü düşünelim. Şimdi bu insan denizi ilk defa gördüğünde veya suyu ilk defa gördüğünde şunu söylesek ona karmaşık gelecektir: Ya kardeşim, bu suyun içerisinde canlılar var. Yaşayabiliyor dediğimizde ne diyecektir? “Ya nasıl yaşar, suyun içerisinde nasıl nefes alacak, nasıl yaşayabilir?” diye bir zorlanacaktır. Bunu kavrayamayacaktır değil mi? Çünkü ilk defa görüyor ve onun yaşadığı ortamın farklı bir ortamında diye. Şimdi aslında bu da… Dedik ya biz de zaman denizinde olduğumuz için bunun dışında zamansızlık nasıl olur? Bu kavram biz de tam oturmuyor. Yani biraz daha mantık çıkarımı yaparsak, biraz daha farklı düşünürsek olay çok rahat oturacaktır. Mesela diyelim ki telefonu ben icat ettim. Tamam mı? Bunu bizzat tasarladım, içerisindeki programlarla beraber hepsini ben ayarladım. Şimdi bunun içinde koyduğum kurallara, özelliklere, kurgulara ben tabi olur muyum? Yani içindeki kurallar benim içinde geçerli olur mu? Elbette olmaz değil mi? Mesela tuş kilidi diye bir kural koyuyorum. Şimdi koyduğum bu tuş kilidi kuralına tıklayınca, kilitleyince ben de kilitlenir miyim böyle? Kitlenmeyiz değil mi? Böyle komik olur. Neden? Alakasız çünkü benim bunun içerisine koyduğum bir kuraldır bu. Tuş kilidi dediğim kural bunun için geçerlidir. Benimle alakası olmayan bir sistemdir. İşte aynı bu örnekte ki gibi de Allah da zaman kavramını, kainatı yaratmasıyla beraber içerisine ne yapıyor? Koyuyor. Zaman kuralı içerisine elbette Allah dahil olmayacaktır. Az önceki örnekteki gibi nasıl telefondaki özellikler benim için geçerli değil, kainata koyduğu Allah’ın kuralları da, zaman da bunun içerisinde bir kuraldır. Elbette Allah için bu geçerli olmayacaktır. Yani Allah için otomatik olarak bu kainatta işleyen zaman kuralı geçerli değildir. O zaman, zaman kuralı geçerli değilse bizim için yarın olan, bizim için 10 sene sonrası olan, Allah için olacak mı? Elbette olmayacak çünkü zaman yok. Zamanın olmadığı yerde elbette başlangıç da olmaz, son da olmaz. Demek ki bu basit bir telefon örneğiyle bile Allah’ın zamansızlığını anlayabiliyoruz. Zaman yoksa, elbette bilinmesi gayet normaldir. Kader kavramı karmaşık gelmemesi lazım. Değil mi? Zaten normal. Bilmesi gerekiyor. Biri çıkıp dese, ki bilemez. Bu sefer bunu sorgulamamız lazım. Yani nasıl bilemez? Bunun üzerinde aslında kafamızın karışması lazım. E diyeceğiz ki o zaman elbette zaman yoksa, Allah’ın da geleceği bilmesi gayet normal, gayet anlaşılır bir meseledir diyoruz. Yani ilk konu ne ağabey? Kaderin varlığı ve zamansızlık olayı. Şimdi geldik ikinci meseleye. Evet, kader var diyoruz. Tamam, mantıklı. Kaderin olması gayet akla uygun. O zaman şu an ikinci soru denk geliyor. Diyoruz ki… Değil mi? En çok popülerlerden birisi. Tamam Allah her şeyi biliyor. Benim yaşadığım, yaşayacağım her şeye hakim. “O zaman Allah her şeyi biliyorsa, o zaman burada bizim irademiz nasıl olur da söz konusu olabilir? O zaman biz kukla gibi mi yaşıyoruz Allah her şeyi biliyorsa?” gibi bir kavram gelebiliyor. Halbuki bu da çok basit bir konu. Elbette iradenin varlığını herkes çok rahat bir şekilde bilecektir. Buraya gelirken mesela birisi zorla mı getirdi sizi? Hani dayanamıyorum, geliyorum, zorundayım gibi bir şey mi oldu? Yok gayet kendi iradenizle geldiniz değil mi? Veya üzerinize giydiğiniz giysiler… Mesela sen mavi renk giymişsin. Niye? Senin iraden mi yoksa birisi… “Ağabey, yapacak bir şey yok, mavi oldu.” falan. Böyle bir şey var mı? Yok. Kendin seçtin değil mi? Hepimiz bunu çok rahat bir şekilde biliyoruz. Demek ki irade kavramı yani özgür irade kavramı herkes bunu çok rahat bir şekilde biliyor. Hatta kendimiz mantıken bildiğimiz gibi, bir de fen bilgisinde de yani fen ilimlerinde de aslında bize iradeyi söylüyorlar. Mesela biyoloji dersinde… Hiç düşündünüz mü? Bakalım bir soracağım. Fen dersinde mesela kas sisteminden bahsedilir. Düz kas, çizgili kas ve kalp kası diye ayırırlar. Derslerden hatırlarsınız. Ne deniyor peki tarif edilirken? İç organlardaki kaslara, düz kas deniliyor. İstemsiz olarak çalışan kaslardır deniliyor. Çizgili kaslar diye ayırdıkları ise, kollardaki ve bacaklardaki kaslardır deniliyor ve bunu tabir ederken ne diyorlar? İsteyerek, irade ile çalışan kaslara da, çizgili kaslar denilir diye tarif yapılıyor. Yani fen ilimlerine baktığında, mantıken baktığında, vicdanen baktığında dahi iradenin varlığı gayet açık bir şekilde vardır ve kesindir. O zaman diyeceğiz ki, irade ile kader kavramının ilişkisini biz tam oturtamamışız. Çünkü oradan kafa karışabiliyor. Peki nedir ağabey, kader dediğimiz olay? İradeyi devre dışı bırakıyor mu? Hayır. Kader dediğimiz ağabey, temelde ikiye ayrılıyor. Biri, izdırari kader. Diğeri ne ağabey? İhtiyari kader değil mi? İhtiyari kader dediğimiz, işte bizim özgür irademiz. Şu bardağı buraya koymak istiyorum, şu an su içmek istiyorum. Vazgeçtim. Bak bunlar hep ihtiyar-i kader. Yani bizim irademize bağlı. İkinci örnek ise, izdırari kader dediğimiz işte burada asıl o bizim tercihimiz dışındaki kader devreye giriyor. Nedir mesela? Bizim işte cinsiyetimiz. Erkek dünyaya gelmek değil mi? Kız dünyaya gelmek. Bunlar ızdırari kader. Bunlara bizim müdahilemiz yok. Veya işte anne-babamızı biz mi seçiyoruz? Hayır. Demek ki bunlar izdırari kader kavramına giriyor. Diğeri neydi? İhtiyari kader. Yani bizim özgürlük dediğimiz mesele, aslında ihtiyari kader kavramında gayet normal bir şekilde var. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Mesela asansöre bindiğimizde ağabey, burada aslında iki temel bilgi var: Birincisi, asansörün yapım bilgisi. Mesela makine bilgisini, ip sisteminin kurulmasını… Bu tip olaylara bizim müdahalemiz var mı? Yok. “Asansör yapılmış işte.” diyorsun ve içeriye giriyorsun. Ve bilgin dahi çok fazla yok. Şimdi senin burada müdahalen yoktu ama müdahale nerede devreye giriyor? İşte hangi kata gideceğin orada senin iradene bağlı oluyor değil mi? Mesela +7’ye veya -7’ye gitme özellikleri sana bağlı. +7’de bir mescit var diyelim. +7’ye de basabilirsin. Ve -7’de bir kumarhane var diyelim, -7’ye de basabilirsin. Yani burada, asansörde demek ki iki temel mesele var. Birisi, asansörün yapım özellikleri, makine bilgileri. Aynı işte bu izdırari kader gibi. Allah’ın bizim seçmeden ayarladığı özelliklerimiz. Diğeri, asansörde hangi kata gideceğimiz, ihtiyari kadere örnek oluyor. Bu da bizim işte hayattaki, davranışlarımız, tercihlerimiz, yapmak istediğimiz özellikler. Zaten sorumlu olduğumuz mesele de, bu ihtiyari kader örneğinde geliyor. Yani senin bir şeyde tercih yapıp, yapmaman. Burada verdiğin tepki ne oluyor? Senin sorumluluk alanına giriyor. Yani iradeni burada kullanıyorsun. Artık sevap işlemek de sana ait veya tercihinle günaha da girebilirsin. Burada yani sen özgürsün. Verdiğimiz kararlarda elbette sorumlu olan da biz olmamız lazım. Şimdi zaten 3. soru temelde o. diye soru gelebiliyor. Halbuki bu olay da böyle sorulduğu gibi değil. Nedir ağabey? Elbette bizim sorumluluklarımız var. Ama burada bilmediğimiz kavram ne oluyor? …kavramı. Üstad hazretleri zaten bunu açmış. Diyor ki: “Kader ilim nev’indendir.” Yani bilmek türündendir. “İlim maluma tabidir.” Yani benim bilgim olan olaya bağlı. Yani bakıyorsun ağabey, malum olan yani bilinen mesele bu. Benim bilgim zaten buna bağlı olarak geliyor. Mesela bu kitap kırmızı değil mi? Şimdi kitap kırmızıdır bilgisi, benim beyimde mi şu anda? Evet. Şimdi ben bildiğim için mi bu kırmızı yoksa kırmızı olduğu için mi ben biliyorum? Elbette kırmızı olduğu için ben biliyorum. Yoksa aksi takdirde ne olacaktı malum ilme bağlı olsa? Ben gözümü kapattım. Kitap yeşildir. Bak bilgimi değiştiriyorum. Kitabın yeşil olması lazımdı değil mi? Halbuki öyle bir şey var mı? Böyle bir şey yok. O zaman diyoruz ki, elbette ilim zaten olana bağlı. Maluma bağlı. O zaman ne oluyor? Bizim yaptığımız amellerde Allah’ın kadere zaten yazmış olması, bir çelişki doğurmuyor. Doğru mu? Şimdi mesela buna bir örnek verelim. Sabah geliyoruz, takvime bakacağız. Sabah namazını kılmak için değil mi? Güneşin doğma saati yazıyor. Kaç yazıyor? 07:30. Şimdi kitapta yani takvimde 07:30 yazdığı için mi Güneş o saatte doğuyor yoksa zaten Güneş o saatte doğduğu için mi takvime yazıldı? Değil mi? İkincisi. Yani zaten Güneş orada, o saatte doğduğu için o takvime yazılmış. Oradaki takvimde yazan bilgi, ilim zaten olan olaya bağlı. Yoksa aksi taktirde yine tam tersi olsa ne olacaktı? Ben orayı çizip 05:30 yapacaktım, haydi bakalım. Sistem çökecekti değil mi? 05:30 doğacaktı. Böyle bir şey olmuyor. Niye? Demek ki zaten ilim maluma tabiymiş. Başka bir örnek daha verelim. İlimin maluma tabi olması. Diyelim ki ağabey, bir dağın tepesinde bekliyoruz. Ve etraftan, dağın çevresinden gelen iki tane tren var. Aynı ray üzerinde ve ben tam tepedeyken ikisini net bir şekilde görüyorum ama onlar birbirini görmüyor. Şimdi bunların hız hesaplamasına baktım, iksi de aynı hızla geliyor ve hız formülüne bakarak hesapladım ve bir kağıda yazdım. Dedim ki bunlar bu hızla geliyorsa, 10 saniye sonra çarpışacaklar. Kağıda da yazdım ilmimle bilip. Şimdi gerçekten de çarpıştılar. Yanların gidip kağıdı göstersem, “Beyler, geçmiş olsun da ben zaten bunu yazmıştım.” desem, adamlar şunu söylese mantıklı olur mu ya? “Kardeşim, yazmışsın işte, kağıda yazmışsın. Sen yazdığın için biz çarpıştık.” dese mantıklı olur mu?” Elbette mantıklı olmaz. Ne alaka yani. Benim bu kağıda yazmam zaten benim bilgimle alakalı. Bildim, bildiğim için siz zaten çarpışıyordunuz. Ben bunu sadece yazdım. İlimle alakalı. Biz dahi kısıtlı ilmimizle birkaç hesaplama yapıp, bir çıkarım yapabiliyorsak elbette sonsuz ilme sahip olan, hiçbir sınır kendisine gelmeyen, zamana bağlı olmayan zat için elbette bir şeyleri bilmesi, her şeyi bilmesi gayet normaldir. Diyeceğiz ki, elbette nasıl ki ben yazdım diye trenler çarpışmadı değil mi? Ben yazdım diye trenler çarpışmadı. Trenlerin zaten çarpışacağını ben bilip yazdım. Aynen öyle de Allah da bizim yapacağımız olayları bilip ona göre kaderimize yazdı. Yoksa Allah kadere yazdı diye, bildi diye elbette biz bu işlemleri yapmıyoruz. Allah sadece biliyor. Aynen o trenin çarpışacağını gayet normal ve basit bir şekilde bilmemiz gibi. Demek ki, ağabey neymiş? Elbette ilim maluma tabiymiş. İlim malum tabiyse, demek ki burada sorumluluk yine bize ait. Yani şu sözler geçerliliğini yitiriyor: “Ya hocam, kaderimizde varmış ya yapacak bir şey yok. Kumarhaneye biz mi istedik düşelim? Kaderde varmış, kardeşim.” gibi böyle bir mesele yokmuş ağabey. Evet kaderde var ama sen zaten onu yapacağın için, o kaderde var. Yani yoksa yine irade de var, yoksa sorumluluklar da devam ediyor. Bir de ağabey… Tamam, kader konusu oturdu. Sıkıntı yok. Kader gayet normal bir şekilde anlaşılıyormuş. Üstad çok güzel özetlemiş. Bir de şu temelde var: Yani bunu da aslında beraber düşünürsek siz de katılacaksınız büyük ihtimal. İnsan kaderle alakalı böyle bir isyanvari gibi mi desek ya da kaderle alakalı soruları sorduğunda daha çok o üzgün olduğu modlarda söylüyor değil mi? Yani belki böyle bir günahlar işlemiştir. Yani önünde tövbe etmek gibi bir seçenek varken ne yapıyor? Tam tersi yani o günahın içerisinden çıkamıyor ya, belki oradan kader kavramına tutunuyor olabilir. “Kardeşim, kaderimizde var yapacak bir şey yok. Kader de olmasa işte, ah kader.” gibi haşa bak bu tip sözler de çıkabiliyor. Yani olay aslında bizim zor dönemlerden geçerken, tövbe etmekten ziyade tutunduğumuz ve oradan çıkamadığımız, belki sorumluluğumuzu atmak istediğimiz bir mesele haline gelmiş. Halbuki hiç gerek varmı? Hiç gerek yok. Değil mi? Allah zaten tövbeleri kabul ediyor mu? Gayet ediyor. Ayette ne buyuruyor? Euzu billah. اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعاًۜ değil mi? Muhakak ki Allah bütün günahları tamamıyla, toptan bir şekilde affeder. Sen bir tövbe etsen zaten gerisi gelecek. Zaten namazla beraber aradaki o küçük günahlar da gayet net bir şekilde siliniyor. Yani olay aslında dediğimiz gibi, tövbeye yönelsek ve içerisinden çıkamadığımız durumlarda ve üzüldüğümüz ve hikmetini anlamadığımız durumlarda, kader kavramına itmektense, dediğimiz gibi biz tövbemizi edelim. Gayet normal bir şekilde Allah’a yönelelim.
Tebliğ et!