Fitne kapısı kırılalı bir kaç yıl olmuştu. Müslümanları kendi içlerinde birbirlerine düşüren ve önüne aldığını yakan ve kavuran fitnenin ateşi dur durak bilmiyor İslam dünyasında büyük kargaşaya ve çalkalanmalara sebep oluyordu. Şeytan işini iyi yapıyor ve yapmaya devam ediyordu. (Kalemle çizme sesi) Şeytan oyununu öylesine geliştirmişti ki şimdi iki Müslüman ordusunu birbirine kırdırıyor idi. Peygamberin damadı ve ilmin kapısı olan Hazreti Ali (r.a.) Cemel vakasından sonra Kufe’ye yönelmişti. İslamın durumu hakkında endişeli ve mahzundu. Çünkü henüz bir birlik sağlanamamıştı. Hazreti Osman’ın da (r.a.) katilleri bulunamadığı gibi, kardeşim dediği sahabeler bu karışıklık dolayısıyla şehit olmuştu. Bununla beraber münafıkların çetin oyunlarıyla İslam yara almaya devam ediyordu. Hazreti Ali (r.a.) bu durumların hepsini düşünüyordu. Cemel vakası bir hakikati ortaya koymuştu. Ümmette iki başlılık fitnelere sebep oluyordu, Müslüman kanı dökülüyordu. Müslümanların artık birlik olması ve bir halife etrafında toplanması ve bu karışıklıklara son vermesi gerekiyordu. Hazreti Ali’nin (r.a.) hilafetine muhalif olarak Suriye bölgesini idare etmekte olan Muaviye (r.a.) ve taraftarları kalmıştı. Hazreti Osman’ın (r.a.) akrabası olan, onu çok seven Hazreti Muaviye (r.a.) ve arkadaşları davalarının Hazreti Osman’ın (r.a.) intikamını almak olduğunu söylüyorlardı. Onun katilleri her kimse; suçluların tespit edilip cezalarının verilmesi konusunda gerekli hamlenin yapılmadığını iddia ediyor ve kendilerinden başka bu konuda kimseyi basireti veya ehil görmüyorlardı. Muaviye’ye (r.a.) göre Hazreti Osman’ın (r.a.) kanı yerde kalmamalıydı. Fitneleri önleyecek hamle adalet-i izafiye ile yani suça karışan herkesi toptan cezalandırmaktı. Bu da demekti ki kurunun yanında yaş da yansa bu yapılmalıydı diye düşünüyorlardı. Halbuki işler öylesine karışıktı ki Medine’ye Hazreti Osman’a (r.a.) isyan etmeye gelen guruptaki her kes Hazreti Osman’ın (r.a.) şehit edilmesine karışmamış bir kısmı bunu duyduğunda dehşete kapılmıştı. Cahilliklerinden ötürü provoke edildiklerini fark ettiler ve bir kısmı orada bulunmaktan dahi pişman olmuştu. Tüm isyancı gurup bazı kabilelere sığınmışlardı. Töreye göre sığındıkları kabileler de onları vermiyordu. İşte işler burada iyice karışıyordu. İsyancıları koruyanlar da cezalandırılmalı mıydı? Yoksa Hazreti Ömer (r.a.) ve Hazreti Osman (r.a.) dönemindeki gibi tam bir adalet, mutlak bir adalet uygulanmalı ve herkes suçu ölçüsünde mi ceza almalıydı? Hazreti Muaviye (r.a.) ile Hazreti Ali’nin (r.a.) temelde fikir ayrılığının sebebi buydu. Hazreti Ali (r.a.), hak haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Ferdin hakkı feda edilmez. Birinin hatasıyla başkası mesul olamaz diyerek adaleti savunuyordu. Bu gün ehli sünnet âlimlerimizin de ortak kanaati budur. Hazreti Ali (r.a.) bu konuda haklıdır. Fakat iki taraf da içtihat etmişlerdir. Hazreti Muaviye (r.a.) ve taraftarlarının da niyeti İslam’ın menfaatiydi, Hazreti Ali’nin de (r.a.). Fakat Muaviye (r.a.) ve taraftarları yanılmıştı. İçtihadda hata eden bir sevap, isabet eden iki sevap alır. İçtihat ettikleri mesele siyasete intikal ettiği için muharebe çıkmıştır. Bu yüzden ölen de öldüren de imanı ölçüsünde şehittir demişlerdir. (Yani her iki taraftan ölenlerde demek istiyor) Fakat şu an 1400 sene öteden hadiselere bakıp yorumlamak kolay. Olayların içinde olsak her şey o kadar farklı olurdu ki. O gün münafıklar sazı eline almış her yerde fitne ateşini yakıyorlar. Düşünün Medine kaynıyor, Şam kaynıyor, Hazreti Muaviye’nin (r.a.) yönettiği bölge tüm ümmetin nüfus olarak yarısının yaşadığı bir bölge. Böyle büyük bir coğrafya. Orası galeyana gelmiş. Hazreti Osman’ın (r.a.) eşi Naile (r.a.) kopan parmaklarıyla beraber Hazreti Osman’ın (r.a.) şehit edilirken üstünde olan kanlı gömleğini de Muaviye’ye göndermiş “kanımızı yerde bırakma, kanımızı sen savun.” diyor. Bir yandan da tansiyon sürekli yükseliyor. Hazreti Ali bu yüksek gerginlikle idare de hatalar yapılabileceğini düşünere Hazreti Muaviye’yi (r.a.) görevden almış. Kaldı ki zaten isyan edilmişti. Fakat Hazreti Ali’nin (r.a.) Suriye’ye tayin ettiği yeni vali Süheyl Bin Huneyf’in Suriye’ye girişi engellenmişti. Hazreti Muaviye (r.a.) Hazreti Osman’ın (r.a.) Dımaşk’a gönderilen kanlı gömleğini caminin mimberine astırıp halktan onun kanını dava etmek için biat aldı. Askerle bu kanlı gömleğin önünde ağlıyor, Hazreti Osman’ın intikamı alınıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yeminler ediyorlardı. Şam’da böyle bir rüzgar esiyordu. Hazreti Ali (r.a.), Hazreti Muaviye’ye (r.a.) elçi gönderdi. Fakat elçi elleri boş geri döndü. Hazreti Muaviye (r.a.) hazreti Osman’ın (r.a.) katillerinin öldürülmesi dışında hiç bir teklifi kabul etmeyeceklerini net bir şekilde bildiriyorlardı. Bu ısrarı gören Hazreti Ali (r.a.) artık müdahale etmek durumunda olduğunu fark etti ve hazırlıklara başlamıştı. Cemel vakasının Hazreti Ali’nin (r.a.) üstünlüğüyle sonuçlanmasıyla birlikte Hazreti Ali (r.a.), Hazreti Muaviye’ye (r.a.) muhacir ve ensarın kendisine biat ettiğini onun da kendisine biat etmesini istediği için tekrar elçi gönderdi. Hazreti Muaviye’nin (r.a.) Hazreti Osman’ın katillerinin meselesi hallolmadan hiç bir şekilde sulh etmeyeceği belliydi. Elçi elleri boş olarak Kufe’ye döndü ve Suriye halkının Muaviye (r.a.) ile birlikte silahlandıklarını, yeminler ettiklerini Hazreti Ali’ye (r.a.) bildirdi. Hazreti Muaviye (r.a.) bir süre sonra Hazreti Ali’ye (r.a.) Hazreti Osman’ın (r.a.) katilleri kendisine teslim edilirse biat edeceğini aksi takdirde kendi ordusuyla beraber müdahale edeceğini bildirdi. Aslında Hazreti Muaviye’nin (r.a.) derdi de İslam’ın kuvvet bulmasıydı. İslam’ın maruz kaldığı fitnelerden Medine yönetiminin attığı adımları veya atmadığı adımları sorumlu görüyor ve kendi hamiyet duygularıyla fitnelerin bu şekilde önünü alacağını düşünüyordu. Öte yandan tüm halkın da talep ettiği gibi kendisi de canından çok sevdiği Hazreti Osman’ın (r.a.) kanının yerde kalmasına tahammül edemiyordu. Onun gibi melek ruhlu, naif bir insanın öldürülmesi Hazreti Muaviye’ye o kadar dokunmuştu ki adaletin sağlanması adına bütün bunları göze almıştı. Hazreti Ali (r.a.) Mısır, Kufe ve Basra Valilerine hazırlanmalarını emretti. Suriye’ye yürüyüp Şam yönetiminin ikilik çıkarmasının önüne geçilmeliydi. Yoksa bedeli felaket olabilirdi. Her geçen gün fitneler uzadıkça uzuyor bu ikilikten münafıklar istifade ediyordu. Merkezi hükümete tam destek verip itaat sağlanıp, tek vücut olarak fitnelerin üstüne gidilmeliydi. Yoksa bu ikiliği fırsat bilen münafıklar yoğun propaganda çalışmaları yapıyorlar, her krizi köpürtüyorlardı. Sorunlar çözülemeden büyüyor ve kanser gibi de yayılıyordu. Hazreti Ali’nin (r.a.) ordusuyla yola çıktığını gören Hazreti Muaviye’de (r.a.) heyetiyle uzun istişareler yaptı. İki tarafta savaş çıkmasını istemiyorlardı. Kardeş kanlarının Cemel’de dökülmesi onları perişan etmişti. Fakat canları pahasına hak ve hakikat bildikleri doğrultuda da adım atmaları konusunda fevkalade bir mesuliyet hissediyorlardı. hazreti Muaviye’de taraftarları da ordusuyla birlikte Irak istikametine doğru yola çıktılar. Münafıklar da boş durmuyor iki tarafı birbirine karşı kışkırtıyorlardı. Her zaman yaptıkları gibi. İki tarafın orduları zilhicce ayının ilk günlerinde savaşın yapıldığı bölgeye ulaştı. Kan dökülmemesi için dualar ediliyordu. ilk gece su kuyularının kontrolü Hazreti Muaviye (r.a.) ve askerlerinin elinde olsa da Hazreti Ali (r.a.) daha sonra buranın kontrolünü ele geçirdi. hazreti Ali (r.a.) daha sonraki günlerde hakkaniyetini gösterecek susuz kalan Hazreti Muaviye (r.a.) ve ordusunun su içmesine izin verecekti. Bu düşmanca bir hissin olmadığını gösterir. Hazreti Ali (r.a.) sulh olması için her yolu deniyordu. Tekrar Müslüman kanı aksın ve münafıklar sevinsin istemiyordu. Hazreti Ali (r.a.) elçiler göndererek, elçiler yollayarak onları birliğe ve Müslümanların topluluğuna girmeye çağırsa da bir cevap alamamıştı. Ufak çatışmaların ardından muharrem ayının sonuna kadar mütareke sağlansa da barış yapılması konusunda bir gelişme bir türlü sağlanamıyordu. Elçiler gidip geliyor, sürekli bir çıkış yolu aranıyor fakat iki gurubunda anlaştığı bir nokta bulunamıyordu. İki taraf da hak gördüğü içtihadından vaz geçmiyordu. Şahsi menfaatler değil dertleri İslam’ın geleceğiydi. Fakat münafıklar boş durmuyor, zeminde cirit atıyorlardı. Sinirleri geriyorlar, bu şekilde de tansiyon gittikçe yükseliyordu. Ve maalesef savaş hazırlıkları başlamıştı. İki Müslüman ordusu Cemel’de olduğu gibi yine karşı karşıya gelecek, münafıkların ve şeytanın istediği gibi yine Müslüman kanı dökülecekti. Artık savaşı durdurabilecek bir görüşme de kalmamıştı. Hazreti Ali (r.a.) savaş başlarken askerlerine çatışmayı başlatan taraf olmamalarını, kaçanları ve yaralıları öldürmemelerini, evlerine girmemelerini ve kadınlara asla dokunmamalarını talimat verdikten sonra gönderdiği bir heyetle bir kez daha Muaviye’yi (r.a.) ikna etmeye çalıştı. Teklif maalesef kabul edilmedi ve sefer ayının ilk günü savaş başladı. (gümleme sesi) Çatışmalar 6 gün boyunca devam etmişti. O kadar ilginç bir tablo yaşanıyordu ki kardeş kardeşle dövüşüyor, namaz vakti gelinde beraber abdest alıyor, beraber namaz kılıyor hatta şehitlerinin cenazesinin namazını beraber kılıyorlardı. Hatta Muaviye’nin (r.a.) taraftarları Hazreti Ali’nin (r.a.) kemalatından dolayı ona arkasında namaz kılmak için koşup yetişiyorlardı. Fakat kader bu ya birbirlerini böylesine seven kardeşler aynı dertle yani İslam’ı koruma derdiyle bu sefer karşı karşıya gelmiş birbirlerine kılıç çekmişlerdi. Kaderin enteresan bir cilvesi yaşanıyordu. Allah sonraki gelecek ümmetlere örnek olmaları ve sonradan gelenlerin ders çıkarmaları için en zor imtihanları sahabelere yaşatmıştı. Son çatışmalar sırasında peygamberin (s.a.v.) ilk yıldızlarından annesi ve babası İslam’ın ilk şehitlerinden olan Ammar Bin Yasir (r.a.) Hazreti Muaviye’nin ordusundan bir kaç kişi tarafından şehit edilmişti. (gök gürlemesi) Bu durum Muaviye’nin (r.a.) birliklerinden bazılarının sarsılmasına ve olumsuz etkilenmesine sebep olmuştu. Çünkü yıllar önce peygamberimiz (s.a.v.) onun şehit edilişiyle ilgili bir haber vermişti. Peygamberliğin daha ilk yıllarıydı. Rasulullah Aleyhisseatü Vesselam’ın İslam davetini ilk kabul eden kahramanlar Rasulullah’ın (s.a.v.) semasında parlayan ilk yıldızlar olarak ortaya çıkıyorlardı. Bunlardan birisi de babası ve annesi İslam’ın ilk şehitlerinden olan Ammar Bin Yasir’di (r.a.). Ammar’a (r.a.) kızgın çöl kumlarının altında demirden gömlekler giydiriliyordu. O kavurucu sıcaktan ilikleri eriyen Ammar (r.a.) bir da ateşle dağlanıyor idi. Derisine kızgın demirler batırılıyordu, işkencelerden bayılan Ammar (r.a.) gözünü açınca Peygamberimizin (s.a.v.) yanında buldu kendisini. Rasulullah (s.a.v.), Allah’ım Ammar (r.a.) ailesinden kimseye Cehennem azabı tattırma diye dua ettikten sonra Ammar’a (r.a.) “Ey Ammar (r.a.) sen bu işkencelerle ölmeyecek, (kuvvetli gümleme) uzun bir müddet yaşayacaksın. Senin ölümün azgın ve zalim bir topluluğun eliyle olacak” dedi. (gök gürültüsü) İşte bu hadisi hatırlayan Muaviye (r.a.) ordusundaki Müslümanlar bocaladı. Fakat Amr Bin As (r.a.) bunu tevil etti. “Hepimiz değil sadece onu öldürenler baliğdir.” yani azgındır dedi. Ammar Bin Yasir ‘in (r.a.) şehit edilmesine çok üzülen Hazreti Ali (r.a.) orduyu şiddetli bir taarruza geçirdi. Bu taarruz karşısında Şam ordusu dağılma noktasına gelmişti. Bu durum karşısında Şam ordusu komutanı, Arabın dahilerinden olan Amr Bin As (r.a.) bir şeyler yapılması gerektiğinin farkına vardı. Aklına müthiş bir fikir geldi. Kimin yanında Mushaf varsa onu yukarı kaldırsın emrini verdi. Kimi eliyle kaldırıyor, kimi mızraklarına bağlayıp kaldırıyordu. Bu emri yerine getiren askerler aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun diye bağırmaya başladılar. Amr Bin As’ın (r.a.) bu taktiği tutmuş, işe yaramış, Irak’lı askerler de Hazreti Ali (r.a.) taraftarları da Allah’ın kitabının yaptığı çağrıya icabet edelim demeye başlamışlardı. Çünkü hiç kimse Müslüman kanı akmasından hoşnut değildi. Her kesin içi cızlıyordu. hazreti Ali (r.a.) savaş kazanılmak üzereyken, fitne önlenmek üzereyken, çözülme olmasın diye çok uğraştı. Ama askerler de karşı tarafın taktiğine kapılara aramızda Kur’an hükmetsin dedi. halbuki Hazreti Ali (r.a.) ne kadar da haklıydı. Zaten o halifeyken Kur’an’la hükmetmiş oluyordu. Hazreti Ali (r.a.) bu durumun bir savaş taktiği olduğunu askerlerine ne kadar anlatmaya çalışsa da başarılı olamadı Zaten savaştan yorulmuş ve akrabaları olan dindaşlarına kılıç çekmekte tereddüt eden ordudaki askerler bu durum karşısında savaşı bırakma noktasına gelmişlerdi. Bunun üzerine Hazreti Ali (r.a.) savaşı durdurmak zorunda kaldı. Bu noktada durup biraz düşünmek gerek. Kader neden böyle bir hadiseye müsaade etti de kardeş kavgası yaşandı diye. Dikkat edin. Şeytan hep aynı yerden saldırıyor. Hâbil ve Kâbil’in arasına girdiği gibi hazreti Yusuf’un(a.s.) kardeşleri tarafından kuyuya atılması gibi, şeytan hep kardeşi kardeşe düşürüyor (gök gürlemesi). Emsalimizle imtihan olunuyoruz. Cemel’ler, Sıffin’ler, Kerbele’lar hala bitmedi. Sürekli devam ediyor aynı sahne, sürekli Müslümanları birbirine düşüren münafıklar var. Sahabe neslinin hususan böyle bir imtihan yaşamasında pek çok hikmet var. Ama bize de ders olması en önemli yönüdür. Bunlardan ders çıkarmamız lazım, bir hikaye gibi dinlememeliyiz. En çetin imtihanları Allah onlara yaşattı. Bu şekilde yaşatarak bakın ve ders çıkarın demiş oldu. fakat asla bu mesele Muaviye (r.a.) ve taraftarları hatta ettiler diye o yüce sahabelere yanlış sözler söylemeye bizi itmemeli. Böyle bir hataya düşmemeliyiz. Yoksa o zaman kılıçlara bulanan bu kanlar bu zamanda senin diline bulanmasın. (cam kırılma sesi) Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle Aslında Hazreti Ali (r.a.) ile Hazreti Muaviye’nin (r.a.) muhaberesi hilafet ve saltanatın muhaberesidir. Hazreti Ali (r.a.) ahirete bakan en küçük meseleye dahi dünya siyasetinin en büyük meselesini tereddütsüz, pervasız bir şekilde feda ederek takva ve azametle amel etme yolunu seçti. Karşı taraf ise dünya siyasetini takip ederek saltanat ile İslam’ı güçlendireceklerine kanaat getirerek ruhsatla amel etmeyi tercih ettiler ve bu noktada hataya düştüler. Her ne kadar Muaviye (r.a.) içtihadında hata da etse kader göreceksiniz ki ilerde ona hilafet imtihanını yükleyecek, o vazifeyi ona verecek ve onun döneminde de İslamiyet çok geniş coğrafyalara yayılacak. Bunu da unutmamalı. Milyonların belki imanına vesile olunacak. Ayrıca hata da etseler içtihat ettikleri için bir sevap alırlar. Bundan bahsetmiştik. Ölen de öldüren de imanı ölçüsünde şehittir demiştim. Bunu unutmamak gerekir. Bir şekilde artık savaş bitmişti. Hazreti Muaviye (r.a.) maksadının aralarındaki anlaşmazlığın Kur’an’ın hakemliğine başvurarak çözülmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine iki tarafı temsil etmek için 2 hakem seçilecek ve halifelik meselesi bu sayede çözüme kavuşturulacaktı. Hazreti Muaviye (r.a.) tarafının hakemi Amr Bin As (r.a.) olarak bildirildi. Hazreti Ali (r.a.) ise Abdullah Bin Abbas (r.a.) veya Malik Bin Haris El Eşteri’yi (r.a.) düşünüyordu. Fakat başta Eşhas Bin Kays (r.a.) gibi önede gelen bazı isimler, onu tahkime zorlayan bazı isimler bu defa Ebu Musa El Eşari’den (r.a.) başkasının hakemliğini kabul etmemekte direndiler. Yoğun ısrarlar sonrası Hazreti Ali (r.a.) bu isteklerini de kabul etti. Ardından iki tarafından da hakemlerinin kurallarını belirlediği tahkimnameyi hazırlamaya başladı. İşet islam tarihinde “Hakem Olayı” diye adlandırılan durum da adını bu olaydan almaktadır. Tahkimname çalışması başladıktan sonra ordular şehirlerine dönmüştü. Artık iş hakemlerdeydi. Hakemler iki kez toplandı. İlk toplantıda Hazreti Osman’ın haksız yere öldürüldüğüne, masum bir şekilde öldürüldüğüne dair karar aldılar. Bu konuda fikir birliği gerekiyordu ve bu karar alındı. Fakat 2. toplantıda kimin halife olacağına dair bir fikir birliği sağlanamadı. Görüşmeler sürerken maalesef beklenmedik bir gelişme oldu. Çoğu Tenim’lilerden 12000 kişiye yakın bir gurup “lâ hükme illa lillah” yani “hüküm ancak Allah’ındır.” ayeti varken Allah dışında hakemler belirleyerek Allah’ın hükmünün dışına çıkıyorsunuz, hepiniz kâfir oldunuz (gök gürlemesi sesi), bid’at ehli oldunuz diyerek bu durumu kabul etmedi. Böyle bir gürüh ortaya çıktı. Ve Kufe’ye dönüş sırasında Hazreti Ali’nin (r.a.) ordusundan ayrılarak Harura’ya çekildiler ve burada gelişerek ehli sünnet düşüncelerine bir çok aykırılığı barındıran hariciler zümresini oluşturmuş oldular. Günümüzde de onların kalıntıları maalesef hala varlar. İnsanların doğru yoldan sapmalarına sebep oluyorlar. Bu sapkın gurup çokça kan döken, cahil ama zulmüne Kur’an’ı alet eden bir zümreydi. haricilerin hem karakteristik özelliklerini hem de nasıl olduklarını Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam hadislerinde haber vermiş Rasulullah Aleyhisselatü Vesselam’ın Huneyn ganimetini dağıttığı esnada bir kısım kabileleri İslam’a ısındırmak için fazla fazla pay vermişti. Ve Ben-î Temim’lerden gözleri çökük, yanakları çıkık, alnı ilerde, gür sakallı, saçlarını kazıtmış, paçalarını kıvırmış biri öne geldi. Peygamberimizin kıyafetini yırtarcasına çekiştirip onun üstüne yürüyerek “Allah’tan kork ey Muhammed (kuvvetli gümleme sesi) adaletli ol.” dedi. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam bu edepsizlik karşısında öfkelendi. “yazıklar olsun sana. Ben âdil olmazsam kim adalet eder, (gümleme sesi) ben Allah’a karşı gelirsem kim itaat eder.” (Kuvvetli giyotin sesi) dedi. Düşünebiliyor musunuz bu zihniyeti? Ne kadar ahmakane, ne kadar edepsiz. Fakat bakıldığında onlardan daha iyi namaz kılan, daha takvalı yok sanırsınız. Hey haat!! Hazreti Ömer’de (r.a.) bu durum karşısında birden celallendi. “Ya Rasulallah izin ver bunun boynunu vurayım.” dedi. (kılıç sesi) Amaa rasulullah Aleyhisselatü Vesselam izin vermedi. O bedevî arkasını dönüp giderken Rasulü Ekrem Aleyhisselatü Vesselam şöyle buyurdu: (Yankılı sesle) “Onun neslinden veya bunun arkasından öyle bir kavim türeyecektir ki onlar Allah’ın kitabını okuyacaklar fakat bu onların boğazlarında aşağıya geçmeyecek. (gümleme) Onlar okun avını süratle delip geçtiği gibi dinden çıkıp gidecekler. (sürtünme sesi) Ehli İslam’ı öldürecekler, puta tapanlara dokunmayacaklar. Eğer ben onlara yetişseydim Ad Kavmi’nin öldürülüşü gibi onları muhakkak öldürürdüm, hiç birini bırakmazdım.” dedi. (gök gürlemesi) Şefkat Peygamberi’nin(s.a.v.) böyle sözler söylemesi çok manidar değil mi? Ne kadar büyük fitneye sebep olduklarını düşünün. Çok ilginç bir ifade. Okudukları Kur’an gırtlasklarından aşağı inmeyecek diyor mesela. Yani kalplerine inmeyecek, gönüllerine işlemeyecek, ayetlerin manasını anlamayacaklar, çarpıtacaklar, zahirine göre amel edecekler. Okudukları şekilde kalacak, içselleşmeyecek, yaşantıya aksetmeyecek. Çünkü İslam’ın sevgisi ve şefkati bu kişilerde yoktur. (Gümleme sesi) Sadece şekilcilik vardır. Her kesi kâfirlikle itham ederler. Bu gün oluşan terör guruplarının çıkış noktası da bu zihniyettir. Rabbim İslam’ı ve ümmeti bu tehlikeden korusun. Ve Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam buyuruyor: “Bunlar bir takım taraftarları olacaktır ki, kendilerini iyice dine vermiş gözükecekler. Herhangi biriniz onların namazını görse kendi namazını, onların oruçlarını görse kendi orucunu küçümseyecek.” diyor. “Onlar Kur’an’da okuyacaklar fakat okudukları Kur’an köprücük kemiklerinden ileri geçmeyecek (Gümleme sesi). Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden, İslam’dan fırlayıp çıkacaklar. Onlar ” dikkat edin buraya “Müslümanlar tefrikaya düştüğü zaman ortaya çıkacaklarlardır. Bir adam görürsün ki onun pazularından birinde sallanan bir et parçasına benzeyen bir fazlalık vardır.” buyuruyor Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam.” Çok enteresan bir ifade. Eşgalini de tarif ediyor. Hadisi aktaran Said El Hüdri radiallahu anh şöyle diyor: Ben bunu Rasulullah Alaeyhisselatü Vesselam Efendimizden işittiğime şehadet ederim. ve yine şehadet ederim ki Ali Bin Ebu Talip (r.a.) (Hazreti Ali (r.a.)) onlarla çarpışmıştır. O esnada ben de yanındaydım. Bu adamın aranmasını emretti. Adam bulunup getirildi. baktım, aynen Rasulullah Aleyhisseatü Vesselam’ın tarif ettiği gibiydi. Birebir, tıpatıp aynıydı.” Bu guruptan bazılarının daha sonra şehirlerde bozgunculuk çıkarmaya, malları yağmalamaya ve insanları öldürmeye başladıkları haberi gelince Hazreti Ali (r.a.) Nehveran’da toplanan haricilere giderek onlara dağılmalarını ve bu düşüncelerinden vaz geçmeleri gerektiğini söyledi. Fakat vaz geçemeyen bu gurup karşısında da savaş kaçınılmaz oldu ve hazreti Ali (r.a.) bu harici kafilesini bertaraf etti. Bertaraf olan bu guruptan kaçarak kurtulan bir kısım nasipsizler hacda bir araya geldiler. (Yankılı sesle) Ümmetin bu ayrılığının sebebi bu üç kâfirdir (gök gürlemesi), bunları öldürürsek ümmet rahatlar, birlik oluşur dediler. Dar akılları hem onları hem ümmeti bir karanlığa doğru çekiyordu. Ümmet Kerbela’ya uzanan fitneler silsilesinin en dehşetlilerinden biriyle tanışıyordu. Dünya bu kara ruhluların aldığı karar ile kararıyordu. (gök gürlemesi) Hazreti Ali (r.a.), hazreti Muaviye (r.a.) ve Amr Bin As’ın (r.a.) öldürülmesi kararını alarak yola koyuldular. Zehirli kılıçlarını alarak şehirlere dağıldılar. Hazreti Muaviye (r.a.) bu suikastten ağır yaralı olarak kurtuldu. Amr Binas (r.a.) ise o gün hasta olduğu için, hastalandığı için yerine başka biri vekalet ediyordu ve vekalet eden kişi onun yerine öldürüldü. Amr Bin As’da (r.a.) bu şekilde kurtuldu. Hazreti Ali’ye (r.a.) gelince: Rasulullah’ın biricik damadı, can yoldaşı, amcaoğlu, ciğerparesi Ali’ye (r.a.) gelince. Rasulullah Aleyhisselatü Vesselam ona haber vermişti şehadetini. O da yıllarca, belki 40 sene hasretle beklemişti şehadeti. Sakalını başının kanıyla boyayacak bir adamı tarif etmişti Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam. Hatta kendi katilinin eşgalini duymuştu Nebiler Nebisi’nden (s.a.v). Şehit edilmeden önceki gün katilini görünce nasıl da tanımıştı Rasullulah’ın (s.a.v) tarifinden. Yanına çağırdı onu. “Senin adın ne?” dedi. Adam söyledi. Hazreti Ali (r:a.) ona “Hayır, yalan söylüyorsun, senin adın bu değil.” dedi. Adam bu sefer gerçeği söyledi “Abdullah İbn-i Mülcem’im ben.” dedi. Hazreti Ali (r.a.) ona ne niyet taşıdığını bildiğini söyledi. Adam giderken de işte bu kişi benim katilim olacak dedi (gök gürlemesi sesi). Efendimiz Aleyhisseltü Vesselam ona sormuştu “Ya Ali (r.a.) önceki ümmetlerin en başı bozuğu kimdir? En şâkisi kimdir?” Hazreti Ali (r.a.), “Hazreti Salih’in (a.s.) devesinini kesendir.” dedi. Salih peygamberin (a.s.) devesini kesen. Rasulullah talebesinin doğru cevabından hoşnut olarak diğer soruya geçti. “Peki bizden sonraki yıllarda gelecek en şâki, en eşkiya, en azgın kişi kimdir?” Hazreti Ali (r.a.) “Gaybî olan bu meseleyi bilmiyordu. “Allah ve rasulü daha iyi bilir.” dedi. (Yankılı sesle) “O kimse seni şehit edecek kişidir.” dedi Efendimiz Aleyhisseltü Vesselam. (Kuvvetli giyotin sesi) Aylardan Ramazan ayıydı. Şehadetinden önceki son 3 iftarını oğulları Hasan (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) evinde yapmış ve bir nevî helalleşmişti. Hazreti Ali’nin (r.a.) gözleri buğuluydu. Hali bir başkaydı. iftarda da tek lokma yemiş geri çekilmişti. Evlatları bu halini görünce sordular bu ne hal babacığım siz böyle yemezdiniz dediler. hazreti Ali (r.a.) duygulu bir sesle “Evlatlarım! Ben, Rabbimle kavuşmaya gidiyorum. istiyorum ki Rabbime boş bir mideyle gideyim.” (Gök gürültüsü) Peygamber torunları bu sözü duyunca babalarının vuslat yolculuğuna hazırlandığını anladılar. Kılıçlarını sıyırdılar. “babacığım, bize müsaade et seni koruyalım.” dediler. Hazreti Ali (r.a.) “Beni yerdekilere karşı mı koruyacaksınız? Göktekilere karşı mı?” diye sordu. Hazreti Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) bu soruya karşı şaşırdılar. “Yerdekilere karşı.” dediler ve Hazreti Ali (r.a.) cevap verdi. “Unutmayın ki gökteki muvazzaf melekler kader kapılarını açmadıkça yerdekiler bana zarar veremez. Göktekiler kader kapılarını açtıklarında ise bütün yerdekiler birleşse de beni koruyamaz.” kaderin karşısında böyle bir duruşu vardı ve “Kadere iman eden kederden emin olur.” cümlesini yaşıyor gibiydi. Ramazan ayının 17. gecesi sabah namazını kılmak için evinden çıkan İmam Ali’ye (r.a.) oğlu Hasan (r.a.) tedirginlikle bakıyordu. babasının farklı ruh haletini görmüş, meseleyi idrak ettikleri için üzülmüşlerdi Peygamberin (s.a.v.) reyhanları. “Babacığım bu gün mescide gitmesen.” dediler. hazreti Ali (r.a.) onları teskin etti. kaderini yürüyordu Allah’ın Aslan’ı, 63 yaşındaydı. Rasulullahın (s.a.v.) vefat ettiği yaşta korkusuzca yürüyordu ( gök gürültüsü sesi) bir ömür yürüdüğü gibi. Peygamberin (s.a.v.) damadı adım attıkça yer gök titriyordu. (gök gürlemesi sesi) Kainat nefesini tutmuş, dünya semaları şimdiden mâtem tutmaya başlamıştı. Sabahın karanlık vaktiydi. Hazreti Ali (r.a.) mescide ilk giren kişi oldu. Abdullah İbn-i Mülcem’in yüz üstü yattığını gördü. “Kalk kardeşim. Allah böylesi yatmayı sevmez (gümleme sesi). Bu iblisin yatışıdır” dedi. Kendi katiline bile nezaket gösteriyor, nasihat veriyordu. Arkasını döndüğünde o bedbaht, o akılsız, o nasipsiz, o bakışları gibi ruhu da kararmış adam Hazreti Ali’nin (r.a.) arkasına hızlıca sokuldu. Kılıcını kaldırdı (cızırtılı sesler) ama (yankılı sesle) indirirken neye malolacağını bilmeden indiriyordu. (Gök gürültüsü sesi) (uzun ve sürekli giyotin sesi) Kılıcı islam’ın kalbine saplanıyor (gümleme sesi), kılıcı adaletin pusulasına saplanıyor (gümleme sesi), kılıcı ilmin kapısını kapatıyor, ilme muhtaçları karanlıkta bırakan bir zulmeti getiriyordu. Kılıcını adeta fitnenin vücudu yapmış masumiyetin bağrına saplıyordu (boğuk gümleme sesi) O kılıç zülmün sembolü oldu. Hazreti Ali (r.a.) başına kılıç darbesi alınca bağırdı. (Yankılı sesle) “Bismillah ve billah ve alâ milleti rasulillah, fuztu bi Rabbil kabe” dedi. Allah’a, onun adına, Kabe’nin Rabbine yemin olsun ki ben zafere kavuştum.” dedi. (gök gürlemesi) Saldıran nasipsiz, Abdullah İbn-i Mülcem bu sözler karşısında dehşete kapılmış, nasıl bir akılsızlık yaptığını anlamaya çalışıyor ama onu da anlayamıyordu. Evet kırk yıldır hasretini çektiği şehadete yürümek için ölüm basit bir pasaporttan ibaretti hazreti Ali (r.a.) için. Dünya hayatından başkasını yüreğinde tutmayanlar nerden anlayacaklardı? Fakat olan olmuştu, felaket gelip çatmıştı. Cehaletin karanlığı ilmi baltalamıştı. âlimin ölümü âlemin ölümüydü. (Boğuk gümleme sesi) âlem yasa boğulmuştu. Biricik Ali’sine (r.a.) ağlıyordu. Ali’siz (r.a.) dünya Rasulullah’ın (s.a.v.) kokusunun dünyadan iyice çekilmesi demekti. Zira bir ömür Rasulullah’ın (s.a.v.) izinden ayrılmayanlar, o vefat edince Hazreti Ali’nin (r.a.) yanından ayrılmamışlardı. Ebu Hâle’ye (r.a.)soruldu nedeni. ” Duymuyor musunuz Ali’den (r.a.) Rasulullah’ın (s.a.v.) kokusu geliyor demişti. Zâlim kılıcını Hazreti Ali’nin (r.a.) başına vurunca afalladıktan sonra bağırdı. “Hüküm ve emir ancak Allah’a aittir ey Ali (r.a.), sana ve arkadaşlarına değil diyerek kaçtı.” Gözleri fitneyle ve cehaletle öylesine kördü ki karşısındakinin peygamberin damadı, peygamberin en sevgililerinden Hazreti Ali (r.a.) olduğunun farkında bile değildi. Oysa rasulullah’ın (s.a.v.) Ali (r.a.) bendendir, ben de Ali’denim (r.a.). Ya Rabbi Ali’yi (r.a.) seveni sev, Ali’ye (r.a.) nefret besleyene sen de nefret et. Ben ilmin şehriyim. ali’de (r.a.) onun kapısıdır.” dediğini bilmiyor muydu? (Boğuk hafif gümleme) İlmin kapısı olan bu mübarek zâtın, Allah’ın kitabına ters karar vermeyeceğini göremiyor muydu? İşte öylesine bir cahillikti ki bu; gözler, kendi doğrusundan başkasını göremezdi. İşte yine bu gün aynı cehaletin, aynı körlüğün İslam adı altında nice insanları savaşa ve karmaşaya götürdüğünü görebiliriz. İnsanların devirleri geçiyor fakat cahillik yok edilmediği sürece maalesef bâki kalıyor. Hazreti Ali (r.a.) darbenin ilk etkisinden sonra gözünü açınca sakalının kana bulandığını gördü ve gülümsedi. Oğulları vardı başında. Niye gülümsediğini sordular. “Sadaka Rasulullah (s.a.v.).” dedi. “Rasulullah’ın (s.a.v.) müjdesi tahakkuk ediyor. Bu şekilde sakalımı kana boyayan biri tarafından şehit edileceğimi haber vermişti. “diyor (gök gürültüsü sesi) Aldığı yaranın ve bu yaraya sebep olan zehirli kılıcın tesiriyle yakın zamanda vefat edeceğini biliyordu. Suikast yapılacak kılıç 40 gün boyunca zehir sürülerek bileğlenmişti. Ona suikast yapan İbn-i Mülcem yakalanıp huzuruna çıkarıldı. O anda bile yalnızca adaleti düşünen Hazreti Ali (r.a.) “Eğer ömrüm yeterse şer-i cezasını ben vereceğim, eğer ölürsem sadece kısas yapılsın. Katiyyen işkence veya eziyet edilmesin.” dedi. Son nefesinde dahi hak için çırpınıyordu. Düşünün nasıl büyük bir iman, nasıl büyük bir adalet timsali. Kendi katiline bile adaletle hükmedene nasıl olur da Allah’ın kitabından saptığı iftirası atılabilir. Hazreti Ali (r.a.) etrafındakilere sordu: “Halk sabah namazını kıldı mı?” “hayır” dediler gözyaşlarıyla. “Hemen namaz cemaatle kılınsın.” dedi. Düşünün son nefesinde dahi namazı düşünen bir kahraman. Ve evlatlarına vasiyeti şuydu: “Yavrularım ben Sevgililer Sevgilisiyle (s.a.v.) buluşmaya gidiyorum, ona kavuşmaya gidiyorum. Kufe’de beni bilinmeyecek bir yere defnedin. Üstümü toprakla örtün ki kimse orada mezar olduğunu bilmesin. Benden sonra sen ve kardeşin Hüseyin (r.a.) çok belalara uğrayacak, çetin günler yaşayacaksınız. Unutmayın ‘zorlukla beraber kolaylık vardır.’ Sabır nice başarıların anahtarıdır. Ve arkamdan mâtem tutmayın. Öyle bir yolun yolcusuyum ki bana üzülmeyin; sevinin. Ben yüceler yücesi Allah’a kavuşmaya gidiyorum. Yıllar yılı hasreti yüreğimi yaktı. Ben dedeniz Rasulullah’a (s.a.v.) kavuşmaya gidiyorum. Ben ananız Fatıma’ya (r.a.) kavuşmaya gidiyorum.” Hazreti Ali (r.a.) bir kaç gün içerisinde en sevgilisine, habibine, can dostuna kavuştu. (gümleme sesi) Rasulullah’ın (s.a.v.) Uhud Dağı’nda söylediği sözdeki son şehit de yerini almış oldu. Kerbela ızdırabına giden yolun son kısmına gelinmişti. Hazreti Hasan’ın hilafet dönemi ve Kerbela’ya uzanan, yürek yakan hikayeyi bir sonraki videoda ele almak üzere Allah’a emanet olun. Altyazı M.K.
Tags: Abdullah Bin AbbasAd KavmiAli Bin Ebu TalipAmmar Bin YasirAmr Bin AsCemel SavaşıCemel vakasıÇınaraltıEbu HâleEbu Musa El EşariEşhas Bin Kaysfitnehabilhakem olayıharicilerhikmetHz AliHz HabilHz ÖmerHz OsmanHz YusufHz. MuaviyeibretibretlikkabilKerbelaKufeMalik Bin Haris El EşterimünafıkOsman Sungur YekenRadiyallahu anhsabırşehitşehitlikşeytanSıffinSüheyl Bin HuneyftahkimnameUhud dağı
Tebliğ et!