Bizler zahirde gördüğümüz insanların konuşmalarına bakarak veyahut hafızlığına bakarak veyahut Kuran’ı, Allah’ın ona ikram ettiği bir sesle güzel okumasına bakarak değil mi, çünkü bizde ses de Kuran’ın önüne geçtiği için. Biz öyle seviyoruz yani, güzel ses Kuran’ın da önüne geçiyor. Hani orada ne mana var, beni yatağımdan ne diyerek kaldırması lazım bu Kuran’ın? Bunların da önüne geçiyor. Güzel bir seste Kuran ile mest olup kendinden geçiyorsun. Ama içerisindeki hakikatler, dünyada nasıl kullanırım, burası pek umrunda olmuyor. Çok insanlar tanıyorum, böyle baktığında hani az önce dedim ya şekilci insanlar olur. Yaptıklarıyla, tavırlarıyla, konuşmalarıyla ortamda direkt bir Müslümanlığa vurgu yapmak isterler. Böyle şekilcilik hastalığına tutulmuş, manadan yoksun insanlar da genellikle, günümüzdeki insanların ayrılmasına sebep olan, fitnede öncülük taşıyan insanlar oluyor. Ama kulluk kıvamı dediğimiz olay biraz başka bir olay. Benim öyle gönlü çok güzel arkadaşlarım var, baktığında ortamda çok konuşur mu? Konuşmaz. Baktığında böyle bütün geceleri, sabahlara kadar ibadetle geçer mi? Geçmez. Baktığında üç günde bir hatim bitirir mi? Bitirmez. Baktığında her yıl hacca umreye gider mi? Gitmez. Ama o kadar selim bir gönlü var ki, Kendisi, etrafındaki, tanıdığı tanımadığı kim varsa onların saadet-i dareyni için yani hem dünyada huzur bulmaları için, Cenabı Allah’ın adı zikredildiğinde kalbi hep aynı ritimde, aynı kıvamda çarpmaya devam ediyor. Ortamların, gündemlerin, koşulların değişmesine göre omurgasını bırakıp yeni bir elbise giymiyor. İşte kulluk kıvamı deyince, abd deyince asıl gözümüze çarpması gereken kısım tam burası. Şimdi birazdan da bu konuşmalardan sonra sahabelerin kulluk kıvamı nasıldı, orayı merak ediyorum. Mesela sahabelerde, onların sahabeliğinin göstergeleri her birinin hafız olması mıydı? Mesela bunları konuşalım biraz da. Veda Hutbesi’ni nazara alalım. Veda Hutbesi’nde takribi 100 bin sahabeden bahsediliyor değil mi? 100 bin-120 bin. Biz 100 bin diye alalım. Hani ortak kanaat. Şimdi 100 bin sahabenin, gerçekten sahabe oluşundaki rol 100 bininin hafız olması mıydı? Acaba 100 bini de hafız mıydı? Veyahut o sahabelerden hiç günah işleyen acaba yok muydu? Birini öldüren acaba yok muydu? Zinaya koşarak giden, mesela Cüleybib’in bir hatırası var değil mi? “Ya Resulallah, ben zina etmek istiyorum.” diye Efendimizin (sav) yanına gidiyor. Mesela zina etmeye giden yok muydu? Şimdi onların (haşa) en düşük sahabeyi alsak bugün dünyada kim var kim yok herkesin imanın toplasak gene de o en düşük sahabeye yetişebiliyor mu? Yetişemiyor. Peki onları, o kulluk kıvamında tutan neydi, bizim kulluk kıvamı dediğimizde, bunu ölçü aldığımız olay nedir? Mesela bir insanın dini kıyafetle yanına gelip sana bol bol Arapça lafızlar sunması senin için kulluk kıvamı olarak kafi midir? Mesela bunları soralım. Ya da bir insanın günlük 20 saat namaz kılması senin için kulluk kıvamı olarak kafi midir? Bir insanın yılın her günü oruç tutması senin için kulluk kıvamı olarak kafi midir? Bir insanın, dünya hayatını çok güzel yaşasa da kendince böyle nefsi için yaşasa da sürekli Osmanlı’dan öğütler verip böyle olmalıyız böyle olmalıyız demesi ama kendi hayatında buna yönelik kimseye el uzatmaması sizce kulluk kıvamı olarak yeterli midir? Bir insanın Efendimizin (sav) sakal-ı şerifini gördüğünde kendini parçalaması en çok ben bağırmalıyım demesi ama günlük hayatında hiçbir peygambere ittiba ediyormuş gibi yaşamaması senin için kulluk kıvamı olarak yeterli midir? Bunlara biraz girelim mi? “İbadetine düşkün diye bir tabir çıktı.” Biz iyi bir kul deyince onu nasıl anlıyoruz günümüzdeki şekilcilikte? ‘Abi adam 5 vakit namaz kılıyor ya, ibadetine çok düşkün.’ Şimdi İslam’ı kıyıdan yamacından bilmeyen insanların bu noktalarda o kadar fazla muhabbetleri var ki mutlaka iş yerinizde, bir akrabanızla konuşmada etrafınızda bir insanın garip bir muhabbetinde mutlaka denk geliyorsunuzdur. Mesela tüccar, böyle bir meyli oluyor dine. Şimdi etrafında sevdiği arkadaşlarının dine meyli olunca, o da böyle dine sempati duymaya başlıyor. Ondan sonra bir gün dindar bir arkadaşı işte bürokraside takılmış bir işini çözecek oluyor. Anladın mı? Artık evrak işi de, ihale işi de, şu işi de bu işi de tamam mı, bir işini çözecek oluyor. Arkadaşını anlatırken, daha adını söylemeden ‘Filankes biri var, şunların şunların da şuyu. Ya görsen üüüff Kuran okuyor hep.’ Ya bu dindarlık tabiri yani. Anladın mı? Hep Kuran okuyor, o kadar dindar yani. Sadece burası. ‘Ya babası var, görünce selamun aleyküm diyor ya. Bundan dindarı var mı elinizde oğlum?’ falan (gülüşmeler). Anladın mı demek istediğimi? Bu, gerçekten bu kadar kısırda kalıyor yani. Şimdi şeyde de böyle oluyor. Hani dini birisini kötüleyeceği zaman da böyle oluyor. İlla onunla teşriki mesai etmesine gerek yok. ‘Ya şu Ahmet de var ya çok dindar bir adam. Bu dindarlar hep böyle namussuz.’ falan. Dindar demesinin sebebi de haftada bir cumaya gitmesi. İşte o da oradan dindar diyor. Anladın mı demek istediğimi? Ya da başka bir şekilde işine gelmiyor. ‘Ulan bunlar var ya, adam hem hacca gitti hem şöyle yaptı.’ Şimdi adamda kulluk kıvamı deyince artık kendi zihni şekilci olduğundan dolayı değil mi, insan dünyayı nasıl bilir? Kendi gibi bilir. Her neye bakarsan kendi yüzündür. Kimde ne görürsen kendi özündür. Herkese böyle bir para olarak, makam olarak, mevki olarak, yarın işime yarar mı nazarıyla baktığından dolayı. Benim ateist bir arkadaşım var. Aslında delikanlı bir çocuk yani. Bir gün telefonda konuşurken karşılıksız dostluktan konu açıldı. Ben de dedim kardeş dost dostu sever, illa bir şeye gerek yok. O da konuyu sürekli, lazım olduğunda yardım etmesi lazım dost dosta, yani menfaat üzerine de gider diye sürekli değinmeye çalıştı. Sadece dünya işini yaşıyorsan, bu adama sadece gönül gözüyle bakamazsın ki. Yarın işime yarar mı, borç istesem verir mi, bugün yine bir arkadaş birine 7 bin lira kaptırmış, yarım saat yine hikaye dinledim. Anladın mı? Bakış açıları böyle oluyor. Şimdi ben asıl konuma geri döneyim. İnsanlar bakış açısı olarak birbirlerine böyle hep menfaat üzerine baktığından dolayı menfaatin olduğu yerde de merhamet olmadığından dolayı merhamet de İslamın en özü, en temel noktalarından bir tanesi olduğundan dolayı merhametin olmadığı yerde menfaat varsa menfaatin olduğu yerde de İslam’ın o güzel kıvamı tutunamayacağından dolayı insanların İslam ve kulluk kıvamı diye baktıkları ‘ibadetine düşkün, zikri çok çeker, evradını çok yapar geçen gördüm namaz bile kılıyordu. Beş vakit mi kılıyormuş? Beş kılıyor düşün yani. Beş ya, daha fazlası var mı sizin dinde?’ bu nazarla baktıklarından dolayı kulluk kıvamını sadece şekilci bir göze sığıştırıyorlar. Az önceki sorularımı hatırlatayım. Sahabelerdeki kulluk kıvamı nasıldı diye bir soru sormuştum. İnsan bunu anladığında, kafaya takmama sanatını da geliştirmesi lazım. Şimdi insan, İslam’a doğru adımlar atacak, daha yeni giriyor. Müptediyane dine giren birisi, çoğu insana soru sorar. İslam onun gözünde hassastır, güzel bir şeydir. Hassas olduğundan dolayı da İslam’ı incitmemeye çalışır. Şimdi sürekli dışarıdaki insanlara soru sorsa dışarıdaki insanlar da sürekli İslam’ın şu özelliklerini sevdiğini söyleseler: kardeş sadece zikir çek, kardeş sadece namaz kıl, kardeş sadece cumaya git. Yani çocuğa adalet nedir, gönül yapmak nedir, vicdan nedir, latifeler nelerdir, ahiret nasıldır. Yani buraların özelliklerinden bahsetmese sürekli şekilci bir yaklaşımla çocuğa yaklaşsalar bu çocuk bir süre sonra İslam adına şunu düşünür: dışarıdaki insanların, ben eğer İslam’a girmişsem beni İslami olarak görmeleri önemlidir, onların beni İslami olarak görmesi için de ben demek ki bu ibadetine düşkün denilen zümreden olmam lazım ki beni yadırgamasınlar deyip Allah nasıl bir kul istiyor değil, insanlar nasıl ibadetine düşkün birini istiyora kafasını sevk eder. Ama biraz sonra sahabelerin hayatlarından biraz yerler okuyacağız bunları okuduktan sonra da insan kafaya takmama sanatını kendinde geliştirebilir. Yani dışarıdaki insanlar sürekli şekilcilikle eğer insanları yargılıyorlarsa evet bu şekilciliğiyle gerçek Müslümandır kıvamıyla değil diye yargılıyorsa ben de bu hakikat dersini aldıktan sonra onların istediği gibi bir kul değil, Allah’ın istediği gibi bir kul olurum diye kafaya takmama sanatını öğrenebilir. Buna da abi, ikinci anahtar cümle diyebiliriz. Bu derse. Yani bu derste biraz sahabelerin hayatını göreceğiz, asıl kulluk kıvamı neymiş öğreneceğiz ve dışarıda İslam’ı sadece ibadetine düşkün insan diye yaşayanları kafaya takmamayı öğreneceğiz. Oldu mu? “İbadetine düşkün diye bir tabir çıktı. Buradan kasıt namaz kılan, oruç tutan demektir.” Bu kadar ha, sadece bu kadar yani. İnsanın uykusunda bile, yatarken bile, yemeğe başlarken bile İslam’ın müdahil olduğu bir hayat düşünün. Vicdani bir muhasebe yaparken bile, bir adamla borç alışverişine girerken biri senin gönlünü kırdığında İslam hepsine müdahil olabiliyor. Bu kadar geniş bir İslam düşün. Sadece namaz kıldı oruç tuttu buna ne diyeceğiz? ‘İbadetine düşkün gerçek hakiki Müslüman’ diye buraya sıkıştırdığını düşün. “İbadet abd yani kulluk kökünden gelir.” Değil mi? İbadet eylemin adı, fiili. Bunu yapan kişiye, ism-i faile ne diyeceğiz? Abd. Abid, doğru mu? Abd ne demek? Kul demek. Şimdi abdın kelime kökenine baktığında namazla kesişiyor mu? Hayır kesişmiyor. Abdın, ibadetin kelime kökünün namazla kesişmesi yok. Öyle değil mi? Mesela ben bu çayı içerken ibadet yapabilir miyim? Yapabilir miyim? Sen söyle Sinan. Çay içerken ibadet işleyebilir miyim? Nasıl işleyebilirim? -Eğer beş vakit namazı kılarsan, kebairden uzak durursan Cenabı Allah namazları… +Biraz daha incel. Örneğini anladım, eyvallah. Çayla bağla beni. Çay içerken. – Abi çayın çıktığı ağacı tefekkür ederek. Demek ki ben çayı içerken dahi “Ya Rab, midemle, damak tadımla burnumda aldığım kokuyla bu kadar alakadar bir çayı nasıl yarattın ya Vallahi subhanallah.” dediğim anda ne oldu? Çayı bir ibadete çevirdim mi? Çevirdim. Az önce ibadetine düşkün diyenlerin ibadetten algısı neydi? Sadece namaz ve oruçtu. Ama tekrar sorayım. İbadetin kelime köküne indiğinde namazın kelime köküne indiğinde, ibadetin içinde namaz kelime köküyle şey bile yok yani, aynı kökten doğma bile yok. Anladın mı? Biz sadece buralara sıkıştırmışız. Namaz ibadet mi? Evet, en önemli ibadetlerden, başlardan geliyor namaz. Peki namaz tek ibadet mi, oruç tek ibadet mi? Hayır değil. Çay içerken Rabbini tefekkür edebilme gibi bir ibadet unutuluyor. Anladın mı? Tam tartışma esnasında bir adamın Allah rızası için gönlünü kırmamaya çalışmak ibadet mi? İbadet. Peki ben ibadetin boynuna bir urban geçirsem ‘Kardeş ibadet, sen sadece namazsın, sadece oruçsun.’ Trafikte önüme kıran adamın anasına niye küfür etmeyeyim? O bana günah değil ki (!). Anladın mı demek istediğimi. İbadetin kafasına bir urban geçirsen sadece namazdır, sadece oruçtur desen ne oluyor bu sefer? Kısır bırakıyoruz, hayattan koparıyoruz. Ne oluyor bu sefer de, ‘ibadet dediğin camide olur.’ Sanki senin evini yaratan Allah değil. Öyle değil mi? Sanki sokakları yaratan (haşa) Allah değil. Doğru mu? Duş aldığımız alanı dahi yaratan sanki Cenabı Allah değil. “İbadet abd yani kulluk kökünden gelir. Bizde ibadet namaz, oruç olarak sıkıştırılmıştır. İbadet namaz demek değildir. Namaz bir ibadettir. İbadetine düşkün tabiri de namazı orucu iyi ama bak şimdi ben ibadeti neye sıkıştırmıştım şekilcilikte? Namaza oruca. O zaman ben o adamı sadece nasıl değerlendiririm? Namaz ve oruçla değerlendiririm. Öyle değil mi? Şimdi ben Fatih’i sadece sarışınlığıyla ele alsam sarışınsa iyi, esmerse kötü. Anladın mı demek istediğimi? Güneşte kızarsa yorumlayamam bile. Bu kadar kısır kalır olay. Öyle değil mi? “İbadetine düşkün tabiri de namazı, orucu iyi ama faiz oranlarına göre de her bankada farklı bir parası olan demektir. Adam camiden çıkarken hayatını kaydırabilecek bir kizbe” Kizb? -Yalan. “bulaşıyor, sırf ticaretim yürüsün diye.” Ama o adam ibadetine düşkün çünkü camiden çıktı. Oldu mu? Oldu mu Aslan? Olmadı değil mi? Hiç güzel olmadı. Adam günü geçmiş malı sana beş katı fiyatına, başka hiçbir yerde bulamazsın, tarihi de geçmemiştir diye iteliyor. Ama camiden çıkmış. Niye? İbadetine düşkün, güzel Müslüman. Oldu mu? Olmadı değil mi abi, güzel olmadı yani. Ashabın tamamı hafız mıydı? Şimdi yavaş yavaş girelim. Şimdi bakalım, İslam’ın özünü yaşatan, İslam’ın hakikatlerinin bir izdüşümü olan Kuran’da okuduğumuz gerçeklere müşahhas bir halde bize sunan Sahabeyi Kiram, ibadetine düşkün diye tabir edilen şekilci Müslümanlardan mıydı (haşa estağfurullah) yoksa gerçekten kulluk kıvamında kalabilenlerden miydi? Tabii ki de ikincisi. Nasıl olduğuna bakalım. “Ashabın tamamı hafız mıydı?” Değildi. “Hayır, 100 bin içerisinde 500 tanesi ancak hafızdı.” Sahabelerde Kuran’ın tamamını hıfzetmiş sayısı kaçtır? 100 bin içerisinde 500 tane. “Ama Kuran’a muhafızlardı. Yasin, Tebareke okuyup eve çekilenlerden değillerdi.” Her yaşadığı ayetin ayrıntılı bir şekilde manasını idrak edip mucibince tatbik etmeden öteki ayete geçmeyenlerdendi. Musab bin Umeyr, Yesrib’e kaç ayetle gidiyor? 17-18-19 diye rivayet ediliyor değil mi? 17 diyelim. Yesrib’den dönerken Yesrib’in adı ne oluyor? Medine’ye döndürerek dönüyor. Orada giden insanlar da böyle bildiğin normal ‘Aa Musab sen mi geldin, hoş geldin, beş geldin. Seni dinleyelim.’ diyen adamlar değil. Adamlar kılıçları çekmiş, Musab’ı bekliyorlar. Zaten ayarlar. ‘Ya biz de seni bekliyorduk.’ Musab diyor ki, ‘Sizin kılıcınız zaten keskin. Benim boynum zaten ipten ince. Bir vuruşta alırsınız. Ama hele bir beni dinleyin. Belki işinize yarayacak bir şey çıkar.’ diyor. Kolundaki tüy dahi korkudan kıpırdamadan öyle bir cesaretle gidiyor Musab bin Umeyr. Ve gittiğinde takribi 70 tane eskiden şaki olan insanı Muhammed (sav)’in önüne getiriyor. ‘Ya Resulullah, bunlar sana biat etmeye geldi.’ diye. Kaç tane ayetle yapıyor bunu? Biz (haşa) o dönemki safı ele alsak birçoğundan daha fazla ayet biliyoruz. Ama baktığında mucibince tatbik edemiyoruz. Günlük aksiyonel hayatımıza dökemiyoruz. Hep dikkatimiz dağınık. Hep aklımız başka bir yerde. Kafamızı kurcalayan şeyleri şöyle atıp itemiyoruz. Zaten ölüm var lan ne olacaksa olsun delikanlılığını atamıyoruz. Hep hesaplar, hep kitaplar, hep ne olacak. “İbnü’l Cevzi, fetva verebilecek düzeydeki sahabeleri araştırmıştır.” Yani fakih hükmünde. “Fetva verecek düzeydeki sahabe sayısını 100 diye açıklıyor.” Anladın mı? Osmanlı’daki kadı gibi düşün. Hakim yani. Kaçtan 100? 100 binden 100. “Hepsi kılıcını alıp Roma’ya mı koşmuş? Hayır. Hasan bin Sabit, pek kılıç tutmamış biriydi. Çoğuları kılıç tutamadığı için, Halid elinde kılıç parçalamaktan meşhur olmuştur zaten.” Halid bin Velid bir cihatta elinde 9 değil mi? 9 kılıcı parçalıyor. Her sahabe 9 kılıç parçalayabilseydi, Halid bin Velid 9 kılıç parçalıyor diye öne çıkar mıydı? Bercelona’da hepsi Messi olsaydı, Messi öne çıkar mıydı? Zaten sahabelerin her biri Halid bin Velid gibi kılıç sallayamadığından Halid bin Velid kılıç sallama özelliği ve istidadıyla öne çıkmıştır. Anladın mı demek istediğimi? Her birini Halid gibi 9’ar kılıç parçalamış diye düşünmemize gerek yok. Yani baktığımızda bir şey görüyoruz, sahabelerin her biri birbirinden farklı insanlar aslında. Az önce bir cihatta elinde 9 kılıç parçalamış Halid bin Velid, bir gün namaz kıldırırken Fatiha’yı karıştığı bir sahne var ortada. Anladın mı demek istediğimi? Ama sahabelerin özellikleri, huyları, istidatları birbirinden çok farklı da olsa bir tane ortak özellikleri var; ‘Allah’ dediğinde hepsinin kalbinin ritmi aynı atıyor. Bizim gibi böyle sallamıyor yani. ‘Ya Allah rızası mı ya, dur bir evin durumuna bakayım. Allah rızası mı, hanım kızar mı ona bakayım. Allah rızası mı, ya benim kredi vardı. Allah rızası mı, ya vallahi yorgunum. Allah rızası mı, ya çocukları da tatile götüreceğim, söz verdim.’ demiyorlar. Allah rızası dediğinde, tamamının kalbinin ritmi hiç değişmemiş. Allah rızası denildiğinde, Kuran’ın hakikatleri önde olduğunda evet her biri Kuran’a hafız olmamış ama tamamı Kuran’a muhafız olmuş. Canlarını ikinci bir tereddütü yaşamadan, tamamen İslam uğruna feda etmişler. Şimdi bizim sormamız lazım. Hayal’in eski zamanlarında, bir gün işler tıkansa evleri, arabaları satarız diyorduk. Bugün de diyebiliyor muyuz? Sor ya, sorman lazım. Bak diyemiyor musun? Allah, gönlünden bazı şeyleri almış, artık kayma vaktin gelmiş. Senin, Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesine davetiye çıkaran, gönlündeki ilk günün aşkı, ilk günün şevki, ilk günün iştiyakı, ilk günün samimiyeti bozulmuş, bulaca olmuş demektir. Sor ya, gönlün cevabı verir. İnsan bilir kendinin ne mal olduğunu ya. Bugün sıkışsa, başkalarını beklemeden ta o ilk dönemlerde yapmaya meylettiğim fedakarlığı gene yapabilir miyim? Sormamız lazım bunları. Sahabenin kalp ritmi hiç değişmemiş dostum. “Hz. Ömer, Hz. Ali birer siyasi dehaydı. Ama Hz. Osman onlara siyaseten denk değildi. Bu, ayıp da değildi, günah da değildi. Bir istidat meselesiydi. Ebu Hureyre, Efendimiz’in (sav) hoparlörü gibiydi adeta. Ondan 500 bin hadis hıfzından nakletmiş bir sahabeydi.” Ebu Hureyre, onun lakabıdır biliyorsunuz. Ne demek Ebu Hureyre? Kedilerin babası demek. Neden? Cübbesinin buralarında sürekli yavru kediler gezdire gezdire Efendimiz (sav) ona ‘Ey Ebu Hureyre, Ey Ebu Hureyre’ diye diye lakabı baktığında ona müsellem olmuş. “Bahreyn’e vali tayin etmiş Ömer bin Hattab ve iki ay sonra tekrar çağırtmış.” Kimi? Ebu Hureyre’yi. “Demek hepsi siyasetçi değildi. Hiçbir şey hepsinde yok ashabın.” Anladın mı? Yani bütün özellikler ashabın tamamında var mı? Hayır, farklı farklı. “Bir şey hariç: takva.” Allah denildiğinde kalplerinin ritmi, Allah’a yürüyüş adım sayıları, Allah için denildiğinde feda edemeyecekleri hiçbir şeyin olmayışı. “Gerektiği şekilde harcayacak şekilde mal biriktirenleri de çoktu. Enes bin Malik naklediyor, ‘Hac esnasında Ömer’i gördüm. Arkasında saydım, cübbesinde 12 yama buldum.’ Ömer’in idare ettiği yerlerde şu an 16 tane ülke var.” Cübbesi yamalı bir zatın idare ettiği topraklarda şu an 16 tane ülke var. Düşünebiliyor musun? “Bizde de hala ‘filan kişi süper bir mücahitti. İbadetine çok düşkündü. Bir tek sabah namazına kalkamıyor, bir de yatsıyı bekleyemiyordu. Bir de, çok önemli değil ama faizi çok seviyordu ama insanlara ekmek vermek için o faizlere giriyormuş. Biraz da yalan, gıybeti vardı. Yoksa anlatsam on numara mücahit, on numara Müslümandı bu adam.’ ” Tam günümüz bu değil mi? Tam aynısı değil mi? “Her farzın bir de nafilesi vardır. Mesleği ilim anlatmak olan birisi, dayanamamasına rağmen nafile oruç tutsa ve şekeri düşse iki gün kendisini toparlayamaz bir hale gelse nafile için nice farzlardan uzak kalmış olur. En ciddi diğer bir sorun ise tatbikat.” Yani? Ne demek tatbikat? Efendim? Hayatına uygulamak. Mucibince tatbik etmek ne demek? İcap ettiği gibi yaşamak demek. Sahada olmak demek. Bazen Hayal’e yaşı ilerlemiş abilerimiz amcalarımız geliyor. Allah razı olsun. Allah ayaklarını kesmesin. Böyle buradaki kardeşlerin de, padişahlara, ecdada düşkünlüğü biraz fazla elhamdülillah. Ben de onlardan örneklemeler vermeyi de çok seviyorum. Bir gün, yine aynı padişahlarla ilgili bir mesele anlattıktan sonra ihtiyar abilerden bir tanesi yanıma yanaştı. Bir üç saat falan rehin aldı. Konuşma esnasında, İslam’ın bütün entelektüel konularına girip girip çıktık. Emeviler’e girdik, Abbasiler’e girdik, hadislerin nakline girdik, Osmanlı’nın yükselişine girdik, duraksamasına girdik, yıkılışına girdik. Envai çeşit padişahın çocukluğundaki eğitimlere girdik girdik çıktık. Ve bunun neticesinde sürekli, günümüzden memnuniyetsizliğini anlatıyordu abi. Konuyu şuraya getiremedim. ‘İyi de abiciğim sen ne yapıyorsun’a getiremedim bir türlü. Neden? Dünya işleri yoğundu, sürekli yeni bir iş sektörüyle uğraşıyordu. İki ya da üç tane çocuğu vardı, zaten dilinden düşüremedi, bitiremedi. Hep çocuklarım çocuklarım çocuklarım orada okuyor, çocuklarım aha buraya gitti tatile. Çocuklarım çocuklarım… Sanki çocuklarının biri Gazali, öteki de Farabi çıkacak yani. Öyle çocuklarım çocuklarım.. Sürekli gündemleri bunlar olduğundan dolayı, abi amel etmekten geri duruyor. Ama konuşmayı ne yapıyor, çok seviyor. İslam uğruna bir buğday tanesi dahi olsa mücadele etmeyen insanların İslam adına benimle konuşmaları da bana dünyalık bir muhabbetten farksız geliyor. İfade edebildim mi? “En ciddi diğer bir sorun tatbikat. Ali İmran 103’te şöyle buyuruyor. ‘Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, paramparça bölünmeyin.’ Ayetini okuyor ama birbirimizle boğuşuyoruz. Okumak her şeyi bitirmiyor çünkü. Bir doktor ameliyat nasıl yapılır diye bir kitabı okumakla hastanın başına geçip ameliyat edebilir mi? Edemez. Denizde nasıl yüzülür diye bir kitap okusan, kitapla birlikte seni suya atsak Hatta suyun içerisinde kitaptan kopya çekmek de serbest. Kitap ıslanır, seni daha çok batırır. Ama acaba seni yüzdürtebilir mi? Hayır yüzdürtemez. Müslüman okuyor, bir de okuduğunun hesabını verecek. Ama mucibince amel etmiyor, icap ettiği gibi okuduklarını tatbik etmiyor. Bu dini sadece kitap okuyarak evinizin rahat döşeklerinde öğrenemezsiniz.” Kim gibi? Sahabeler gibi. Hz. Osman’dan bir dönem gelip infak etmesini istiyorlar. Bu arada infak, çok ilginçtir, nifak kelimesinin zıttı gibi düşünsek yeridir. İnfak ile nifağı. Yani bir insanın malından infak edebilmesi o adamı nifak meselesine olabildiğince uzaklaştırıyor. Ama infak etmek demek, ‘abi zaten şurada bir 50 kuruş ayırmıştım şunu da bir infak edeyim.’ demek değil. Gece uykunu kaçıracak olan, verme hesabında olmadığın bir şeyi vermen infak. Öyle bir şey vereceksin ki, ‘ulan vermekle hata mı ettim? ettim mi, etmedim mi?’ diye o gece komple uykunun kaçması lazım. Ne kadar hikmetli de olsa vermemen. İfade edebildim mi? Ve bu verme için de şunu söyleyeyim. Bir kere verme bence yeterli olan değil. ‘Az da olsa devamlı olan’ hadisi var ya aylık şuyumun şuyu buranın diye vermedikten sonra o nefsi terbiye edemiyorsun. Bilgin olsun. Evinin aylık elektriğini ödeme zorunluluğun var mı? Burayı da ev gibi benimseyeceksin ve diyeceksin ki ne kazanıyorsan kazan, ne kadar durumun kötü olursa olsun bu 20 TL buranın mutfağının ekmek parası diyeceksin. Bunu kimsenin dedirtmesini bekleme. Bunu biz dedikçe, infak ettikçe nifaktan uzaklaşırız. Hz. Osman’a geliyorlar, ‘Ya Osman, şöyle şöyle bir hadise var da senden bir kısım infak talep ediyorduk.’ diyorlar. Hz. Osman diyor ki, ‘Ben diyordum ki, bir sorun mu var da şimdiye kadar gelip istemiyor bu adamlar diyordum.’ diyor. Şimdi Cüleybib diye bir sahabe var Medine’de, tamam mı. Bir gün Efendimiz’in (sav) huzuruna duruyor Cüleybib. Diyor, ‘Ya Resulallah.’ ‘Hoş geldin Cüleybib, buyur.’ ‘Ya Resulallah ben zina etmek istiyorum ya.’ diyor. Bak Efendimiz kadar saygı duyulan bir zatın gönlü ne kadar geniş ki bir genç gelip bu isteğini açıkça söyleyebiliyor. Bugün şeytan seninle içki nevinde uğraşsa, belki bize bile gelip ‘Abi ben içki içmek istiyorum.’ diyemezsin. Yıllardır birlikteyiz ama o kadar samimiyeti veremeyiz birbirimize ya. Bir de Muhammed (sav)’e bakar mısın ya. Geliyor ‘Ya Resulallah.’ ‘Buyur Cüleybib.’ ‘Ben zina etmek istiyorum.’ Böyle bir şey olabilir mi ya. Nasıl bir rahatlık değil mi? Ne kadar bir güzel bir şey yani. Gönül genişliği veriyor. İnanılır gibi değil ya. Şimdi böyle birini ziyarete gelsek, geri geri çıkalım huzurundan. ‘Eee ne sordun, ne konuştun, ne ettin?’ ‘Valla işte mübareği gördük.’ tamam yani gör güzel bir şey, o kötü bir şey değil de. Keşke o kardeşlik kısmında da birbirimize yardımcı olacak kıvamı da tutabilsek. Üstat hazretlerinin dediği gibi ‘Pederane ve mürşidane tavırlarda bulunmayızın.’ Çok acayip bir cümle değil mi? Kardeş olmadıktan sonra, birbirimizin kötü gününe yetişemeyiz. Birbirimizin kötü gününe yetişmedikten sonra da birbirimize pek hayrımız olmaz. Cüleybib Medine’de öyle başa bela. Ondan sonra Efendimiz’in (sav) huzuruna gidiyor. Diyor ‘Ya Resulallah ben zina etmek istiyorum.’ Efendimiz (sav) sırayla soruyor diyor ki, ‘Ya Cüleybib’ bu arada sahabeler sinirleniyor, hayırdır mayırdır. Efendimiz (sav) diyor, ‘İlişmeyin, bir konuşalım.’ diyor yani. Ondan sonra sırayla soruyor, ‘Ya Cüleybib, biri annenle bu kötü işi yapmak istese bu çirkin hareket hoşuna gider mi?’ diyor. Cüleybib genç delikanlı, ‘Gitmez Ya Resulallah.’ diyor. ‘Peki Cüleybib, birisi teyzenle bu kötü işi yapmak istese hoşuna gider mi?’ ‘Gitmez Ya Resulallah.’ ‘Peki Cüleybib, birisi bacınla bu kötü işi yapmak istese?’ ‘Gitmez Ya Resulallah.’ ‘E Cüleybib senin bu işi yapmak istediğin birisi de birisinin annesi, birisinin teyzesi, birisinin bacısı. Onların da hoşuna gitmez.’ deyince Cüleybib anlıyor meseleyi. On numara bir hayata dönüyor ondan sonra Cüleybib. Böyle efsane bir şekilde gidiyor Medine’de ama namı çıkmış yani. Bir şeyin şüyuu, vukuundan önce gelir. Hani, ‘Ya şu adam da şöyleymiş.’ Ama hiç vuku etmedi o olay. Gene de o dedikodu yayılır gider. Tabii Cüleybib’de de gitmiş yani öyle Medine’de namı kötü. Bir gün yine gidiyor ‘Ya Resulallah.’ diyor. ‘Ne oldu Cüleybib?’ diyor Efendimiz (sav). ‘Ben evlenmek istiyorum.’ ‘Evlen Cüleybib.’ ‘Hangi kapıya gitsem Cüleybib’e kız mı verilir diye beni kovalıyorlar.’ diyor Cüleybib. Efendimiz (sav) ondan sonra diyor, ‘Cüleybib Medine’de filankes eve git, benim selamımı söyle. Ondan sonra otur bir derdini anlat.’ diyor. ‘Eve gidiyor Cüleybib kapıyı çalıyor. Diyor ‘Size Peygamber (sav)’in selamını getirdim.’ Ev halkı coşuyor, seviniyor, ‘Ne diyorsun Muhammed (sav) bize selam mı gönderdi?’ ‘Ya göndermez mi. Size selam gönderdi, kızınızı da bana verecek.’ ‘Ne? Kızı mı? Cüleybib’e kız mı verilir.’ diyorlar. Ev ahalisi de şey yapıyor. Murad istediği kız da yan odadan duymuş Cüleybib’i. Diyor ki, ‘Resulallah’ın muradı benim de muradımdır. Ben kabul etmişim.’ Cüleybib ondan sonra o kızla evleniyor. Evlendikten sonra da sefere çıkıyor. Dur seferden önce şeyi anlatayım. O uygun gördü olayı var ya, kızla evleniyor. Ahzab suresi 36. ayetin bu hadiseden sonra indiği söyleniyor. Bu arada, ayetlerin sebebi nüzulu da farklı rivayet duyduğunuzda şaşırmayın ha. Yani biri bu hadise için deyip, bir tanesi hayır Uhud için dese şaşırmayın. O bir analitiği o işin. Tamam mı? Tek bir sebebi yok yani. Bir sahabe oradan anlıyor, öteki sahabe ondan anlıyor yani. Ona da şaşırmayın. Ahzab 36. ayetin Cüleybib’in bu hadisesinden sonra indiği söyleniyor. Ve şöyle geçiyor, ‘Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman inanan erkekler ve kadınlara artık, içlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.’ Hani diyor ya Cüleybib’e o kadınla evlen diye. ‘Allah’a ve peygambere başkaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.’ Bu ayet Cüleybib’in bu hadisesinden dolayı iniyor. Abi ondan sonra Cüleybib cihada gidiyor. Cihada gidiyor, Cüleybib cihatta şehit oluyor. Efendimiz (sav) cihat meydanına geldiğinde tabii herkes yaralı ve şehitleriyle ilgileniyor. Cüleybib’in sesini pek duyamıyor Efendimiz (sav). Ve soruyor etrafa, ‘Cüleybib nerede, Cüleybib nerede, Cüleybib nerede?’ diye. ‘Ya Resulallah şuradaydı, şuradaydı, şuradaydı..’ diye bir gidiyor, Cüleybib şehit olmuş. 7 tane öldürdükten sonra şehit oluyor. Efendimiz (sav) yere usulca eğiliyor. Şehit olan Cüleybib’e şöyle bir sarılıyor ve diyor ki; ‘Ya Rab, sen şahit ol Cüleybib bendendir ben de Cüleybib’tenim.’ diyor. Kulluk kıvamı ne anladın mı? Evet zamanında hatalar, yanlışlar yapmış bir sahabe. Ama kalp ritmi Efendimiz’in (sav) bir cümlesiyle nasıl değişmiş. Ve işin sonunda gencecik yaşında şehit olduktan sonra Efendimiz’in (sav) dediği son cümleye bak. ‘Ya Rab, sen şahit ol. Cüleybib bendendir ben de Cüleybib’tenim.’ diyor. Sizce bu ne demek? Kişi sevdiğiyle beraberdir hadisini düşünsen değil mi, Sevban ile Efendimiz’in (sav) yaşadığı o hadis, o hadise. O hadisi düşünsen ne gelir akla? Bendenim dedikten sonra, demek evinin bir yanın artık kimin olduğu belli demek. Vallahi kulluk kıvamı bu. Anladın mı demek istediğimi? Cihadı sonlandırmışlar. broşür değil ha, cihadı cihadı. Yaptığınız duyduğumuza yakışmıyor, yaraşmıyor. Buralarda tıkanırsanız, hafizanallah ‘Bunlar da benden değildi.’ de diyebilir. Garantisi yok yani. Burayı da bunun için okumak istemiştim, Cüleybib hadisesini. Çok acayip, değil mi? Darısı bize Fatih be. Bize de der inşallah yani. ‘Ya Rab, bu İbrahim ateşinde yanmamaya çalışan bu gençler bendendi, ben de bu gençlerdenim.’ Dese.. Selamun aleyküm. Ondan sonra var ya, ne dersi. Bir daha ders mi? Babamı tanımam yani. Vallahi dönüp. Acayip bir şey ya. İnşallah bizi de affeder.
Tebliğ et!