Böyleyken Hz. Ali’nin bu sözü nedir hocam? “Görmediğim Allah’a inanmam.” Kardeşler, Allah’ın eserlerine öyle bir yakından bakmış ki, Allah’ın sanatını öyle bir idrak etmiş ki, Allah’ı görür gibi… “Ben bu sanattan, ben bu ağaçtan Allah’a iman ettim, inanıyorum ki bunun yaratıcısı ilahtır ve O’nun yanında hiçbir güç yoktur, hiçbir denk güç yoktur.” “Bu ağaç bana Allah’ın varlığını ispat ediyor.” der ve yaratıcıyı, sanatkarı sanatından idrak eder. Hacca giderken başımdan bir olay geçti onu da nakledeyim, hem kapatalım. 2007 senesi, pasaportları almışız, uçağa girmek için sıra bekliyoruz. Orada bir koltuk buldum ve oturdum. Baktım karşı taraftan bir tane adam geliyor. Takım elbiseli, sinek kaydı, yabancı olduğuna kanaat getirdiğim bir adam, Türk değil. Elinde bir Bond çantası var. Adam direk bana bakıyor ve bana doğru geliyor. Bir sürü boş koltuk var, geldi benim yanımda oturdu. Söze başladı, anladım ki bir şeyler soracak. O kadar boş yer varken benim yanıma geliyorsa bir şeyler soracak anladım. Dedi ki: “Bu beyazlar ne? Bu kadar beyaz insan var burda.” Hacca giderken biz ne giyeriz? Bütün elbiselerimizi çıkartırız ve bir kefen gibi iki parça ihram giyeriz üstümüze, bembeyaz halde uçağa bineriz. O da insanları görünce öyle beyaz beyaz, şaşırmış. Bana sordu. Dedim ki: “Sen nerden geliyorsun?” Türkçesi iyiydi, İngiliz vatandaşı. “İngiltere’de bir teknoloji şirketindeyim, ayda bir iki defa buraya gelirim ve şirketlerimizi denetleriz, bize bağlı olan şirketleri denetleriz.” dedi. “Ama böyle bir sahneyle ilk defa karşılaşıyorum, bu insanlar nedir, ne yapıyor bu insanlar?” dedi. Ben de ona anlatmaya çalıştım. “Biz Müslümanız. Bizim görevlerimizden bir tanesi nedir? Hayatımızda bir kez dahi olsa Kabe’ye gitmek zorundayız.” “Allah’ın evini tavaf etmek zorundayız.” “Orda Arafat’a çıkmak ve dua etmek zorundayız.” “Hayatımızda en az bir kere bu vazifeyi yapmamız lazım. İslam’ın 5 şartından bir tanesi.” dedim. Dedi ki: “Bu bir seyahat için mi, keyif için mi gidiyorsunuz? Yoksa bu inandığınız Allah’ın emri mi?” Adam dedi ki: “Ben Ateistim, ben inanmıyorum ama siz bunu keyif için mi yapıyorsunuz bu seyahati, yoksa inandığınız ilahın emri mi?” Dedim ki: “Bu Allah’ın emridir.” “Bunu bize emretmesinin sebebi; Kendimizi geliştirmemiz, ahlaki olarak olgunlaşmamız ve bizi cennete hazırlaması için.” Dünyadan sonraki bir yaşam var; Cennet ve Cehennem.. “İki seçenekten bir tanesi için onun dediklerini yapmamız lazım. Dediklerinden bir tanesi olan bu haccı yaparsak bizi cennete koyacak, inşallah.” dedim. Sonra bana şöyle dedi, benim planım şuydu: Bir kaç tane mesele aktaracağım, aklında bir kaç soru işareti bırakabilirsem, araştırmaya gitsin. Araştırırsa inşallah doğruyu bulur. Planım buydu. Ama ben bu sözü söylediğim zaman, o başladı alay etmeye. Şöyle dedi: “Gerçekten ölümden sonra dirilme olduğuna, başka bir alem olduğuna inanıyor musun?” “Gerçekten inanıyor musun?” Orda ben Hz. Ali’nin sözünü söyledim. Dedim ki: “Eğer öldükten sonra başka bir alem yoksa ben bu yaptığım ibadetlerle bir şey kaybetmem, tam aksine ahlaki olarak beni olgunlaştırıyor.” “Daha güzel bir insan oluyorum, daha temiz bir insan oluyorum.” “Ama ya öldükten sonra bir alem daha varsa? Sen ne yapacaksın?” “Sen ne yapacaksın, nereye kaçacaksın?” dedim. Bunu diyince “Ben inanmıyorum.” dedi. “Bana mantıklı gelmiyor.” dedi. “Bu olay, başka bir yaşamın olduğu, bana makul gelmiyor, mantıklı gelmiyor.” dedi. Dedim ki: “Kardeşim, senin mantığına oturtmak zorunda mı ilah, yaratıcı?” “Seni yaratan, bu olayı senin mantığına oturtmak zorunda mı?” “Şimdi, sen nasıl inanıyorsun?” dedim. “Sen bana onu bir anlat.” Saldırmasa bana, saldırmayacağım ona. Saldırdı bana. Alay etti. Soruyu soruş şeklinde, alay vari bir tavır vardı. “Gerçekten inanıyor musun, gerçekten?” Hem dedi ki: “Seni samimi görüyorum.” bana. “Gerçekten inancında samimisin.” dedi. “Ama bana söyle, hakikatten inanıyor musun?” dedi. Ölümden sonra bir yaşam var diye. Dedim ki: “İnanıyorum.” “Şimdi sen bana senin başına ne gelecek, sen ateist olduğunu söylüyorsun, senin başına ne gelecek, onu bana bir anlat.” dedim. Saldırı yapacağım, açık bulmam lazım. Anlatmaya başladı: “Ben öldüğüm zaman, beni toprağa gömecekler.” “Toprak, benim derilerimi kemirmeye başlayacak, kemiklerimi kemirmeye başlayacak ve beni yok edecek.” “Nötronlarım ve protonlarım toprağı besleyecek.” “Toprak, benden aldığı bu hücrelerle güçlenecek ve yıllar sonra bir filiz olarak yerden bir ağaç olarak çıkacak.” Ağacın genci filizdir. “Yerden bitecek ve yükselmeye başlayacak.” “Ondan sonra büyüyeceğim, kanatlarımı açacağım.” “Dallarım budaklanacak ve meyve vermeye başlayacağım.” “Aşıklar benim altıma gelecekler, oturacaklar, sarılacaklar, öpüşecekler.” “Ben de onlara meyvelerimden vereceğim.” Aynen böyle anlattı. Dinledim, dinledim… Dedim: “Dur! Bu mu senin başına gelecek?” “Evet” dedi, bu. Kıyamete kadar, sonsuzluğa kadar, kıyamet demedi. Sonsuzluğa kadar… Ona göre dünyanın sonu yok. “Sonsuzluğa kadar, insanlara meyve vereceğim ve gölgemde gölgelenecekler.” dedi. “Dur! Sen yanlış biliyorsun.” dedim. “Müsaade et, ben senin başına ne gelecek, ben anlatayım.” dedim. “Anlat.” dedi. “Toprak seninle beslendiği zaman, toprak senin hücrelerini yedikten sonra, kuvvetlendiği zaman bir filiz olarak çıkacaksın ve bir ağaç olarak yükselmeye başlayacaksın ve yükseleceksin.” “Ara ara keçiler gelecekler, senin yapraklarından yiyecekler.” Filiz olarak keçilerin boyu yetiştiği zaman, yaprak yerler, boyu yetiştiği durumda. Senin yapraklarını yiyecekler. Sonra, büyüyeceksin… “60’lık, 70’lik kokonolar gelecekler, ihtiyar kadınlar. Ellerinde fino köpekleri…” “Gelecekler, köpeklerin bevletme ihtiyacını senin üzerinde giderecekler. Burada diğer kelimeyi kullandım, burada kullanamıyorum.” “Köpekler gelecekler senin üstüne bevledecekler.” dedim. “Bitmedi, dur!” dedim. O anda ne yapıyor bu? Saatine bakıyor, yüzünü kaşıyor. Anlatmaya devam ediyorum. “Sonra, senin ağaç olarak çıktığın yerden bir yol geçmesi lazım gelecek, belediye oraya adamlarını yollayacak.” “Elinde testereli adamlarla, Amerikan filmlerinden çıkmış adamlar, otomatik testerelerle senin karşına gelecekler.” “Seni ayak bileklerinden kesecekler.” “Ayak bileklerinden kestiği anda sen yüzüstü yere kapaklanacaksın, bitmedi.” “Dallarını, kollarını, budaklarını, kulaklarını, burnunu… Her şeyini kesecekler. Ve sen bunu göreceksin. Hala ağaçsın.” “Ondan sonra, senin derini yüzecekler, canlı canlı…” Ağaçları kullanmak istedikleri zaman, önce ağacın üstündeki o kabuklarını keserler, biçerler. “Sonra seni alacaklar ve kağıt fabrikasına götürecekler.” “İnce ince parçalar halinde seni kağıda dönüştürecekler.” “Bu kağıdın bir kısmı tuvalet kağıdı olacak.” “Bir kısmı normal kağıt olacak, yazılım kağıdı.” “Yazılım kağıdı olan kağıtları birleştirecekler, yakacaklar, üzerine bazı sıcak yazılarla yazılar yazacaklar.” “Seni bir kapağın içine kapatacaklar, kalınca bir kapak, yeşil bir kapak…” Üstüne de bir yazı basacaklar: “The Holy Qur’an” Kutsal Ku’ran… “İşte senin başına gelecek olan şey budur.” dedim. Adam da bana şöyle dedi: “Benim acil gitmem lazım, uçağa yetişeceğim. Tanıştığıma memnun oldum.” dedi. Ama bunları samimi olarak söylemedi. Tanıştığıma memnun oldum, kelimesini samimi olarak söylemedi. İnşallah aklına bir iki soru işareti bırakabilmişizdir. İnşallah araştırmasına vesile oluruz, iki tane soru işareti kalsa, bir araştırsa şu Allah’ın bozulmamış kitabını bir okusa, bir karşılaştırma yapsa… Her türlü kitabı okudun, her türlü saçma sapan uyduruk romanı okudun, her türlü filmi izledin, romanı seyrettin… Bir de bizim kitabımızı oku ya! Şu Allah’ın verdiği kitabı oku! Bunu okursa, gerçeği görür biiznillah! Allah-u Teala dünyadaki bütün Ateistlere hidayet nasip etsin. Amin.
Tebliğ et!