Fitne! Kelimesi telaffuz edildiğinde dahi kulakları tırmalayan, ortaya çıktığında ise yeri göğü ateşe veren amansız felaket. Fitne, uykudaydı onu uyandırdılar. Ve kıyamete kadar uyumayacağını fısıldadı semaya ellerini. Kalemle çizme sesi Devir Hazreti Ömer (r.a.) devriydi. Müminlerin halifesi Ömer (r.a.) dört dönüyor, Hazreti Huzeyfe’yi sıkboğaz ediyordu. Soru üstüne soru soruyordu. Peygamberin (s.a.v) sır katibiydi Huzeyfe (r.a.). Ona öğretilmişti Allah tarafından bildirilen sırlar. Fitne günleri gelecekti, haksızlar kendini haklı görecek zulmedeceklerdi ve hatta kan dökeceklerdi. Hazreti Huzeyfe (r.a.), Hazreti Ömer’in (r.a.) sürekli sormasından ve onu köşeye sıkıştırmasından yorulmuş, sadece tek bir cümleyele cevap verecekti. Hazreti Ömer (r.a.) sordu: “Söyle ey Huzeyfe (r.a.) fitne bana da isabet edecek mi?” Hazreti Huzetfe (r.a.) “Merak etme Ya Ömer (r.a.) Senle fitne arasında bir duvar vardır. Fakat senden sonraki halife döneminde fitneler zuhur edecek, fitne kapısından girilecektir.” Hazreti Ömer (r.a.) ferasetiyle ince bir soru sordu: “Ya Huzeyfe (r.a.) fitne kapısı açılacak mi? Kırılacak mı?” (Tahta kırılma sesi) Kastettiği manâ şuydu. Açılan kapı kapatılabilirdi fakat kırılan kapı bir daha asla kapatılamazdı. Hazreti Huzeyfe (r.a.) sorudaki inceliği anladı. Derin bir nefes aldı, “Kırılacak Ya ömer (r.a.)” dedi üzülerek. (Gök gürlemesi sesleri) Yıllar geçmişti, o büyük fitne günlerine yaklaşılmış kıyamete kadar devam edecek fitnelerin kapısının kırılmasına çok az kalmıştı. Hazreti Ömer (r.a.) ateşe tapan bir İranlı tarafından şehit edilmiş vefatı esnasında halifeliği 6 kişilik bir kurula bırakmıştı. Abdurrahman İbn-i Avf’ın (r.a.) önderliğinde heyet ise 2 isim arasında kalmışlardı. Hazreti Ali (r.a.) veya hazreti Osman (r.a.). İkisi de bu işe ehildi. Her vasıfta kemaldelerdi. Üstün özelliklere sahiplerdi. İkisi de Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın damadıydı. İkisi de çok ahlaklı, çok zeki, çok alimdi. İkisi de Peygamberimizin (s.a.v.) pek çok övgüsüne mazhar olmuştu. Uzun süren kararsızlık sonucu daha fazla uzatarak fitne çıkmasın diye olay karara bağlandı. Hazreti Osman (r.a.) halifre seçildi. Ve hazreti Ali (r.a.) hemen ona biat etti. Zira Hazreti Ali’ye (r.a.) sorulmuştu eğer halife sen seçilmezsen en ehil olarak kimi görüyorsun? Osman’ı (r.a.) demişti. Hazreti Osman’a (r.a.) da aynı soru sorulduğunda o da Ali (r.a.) demişti. Hiç biri saf yüreklerinde iktidar kaygısı gütmüyor, hatta hilafetten kaçıyorlardı. Fakat ikisi de Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) bu noktada talimat almışlardı. Bunu bir yük olarak görüyorlar, daima Allah’a sığınıyorlar, bu sorumluluğun altında eziliyorlardı. Zira ikisi de dünyayı kalplerinden de yaşantılarından da çıkarmışlardı. Hazreti Ali (r.a.) ne güzel diyordu: “Ben dünyayı 3 talak ile boşadım.” diye. Hazreti Osman (r.a.) hilafete seçildi. İlk yaptığı konuşma bir deklarasyondan ziyade bir dini hutbe gibiydi. Tıpkı Hazreti Ömer (r.a.) ya da Hazreti Ebu Bekir (r.a.) gibi konuştu. Peygamberin de (s.a.v.) sahabelerin de sevdiği şefkatli Osman’dı (r.a.) o. Malını, ömrünü her daim İslam uğruna harcamış bir kahramandı. Zinnureyndi, iki nur sahibiydi. Sahabenin en alimlerinden, en çok ibadet edenlerinden, Kur’an’a en düşkün olanlarındandı. İdarede de çok başarılıydı. 12 yıl süren halifelik hayatında çok fütühatlara imza attı. İnsanların kazançları çok artmıştı. Her şehirde yargı evleri kurdurmuştu. İlk donanmayı kurdu ve ilk deniz zaferini elde etti. Mescid-i Nebevî’yi genişlettiği gibi ülke sınırlarını da bir hayli genişletmişti. İlk 6 ayda (ilk 6 yılda demek istiyor) fitneler zuhur etmemişti. Her şey çok saadetli görünüyordu. Fakat fitneler ikinci 6 yılda kendini göstermeye başladı. Münafıklar, ektikleri tohumları topluyor; yaptıkları şer çalışmasının meyvesini alıyorlardı. Fitneler baş göstermeye başlamıştı. Abdullah İbn-i Sebe isminde bir münafık dehşetli fitnelerin başına geçmişti. Kendisi Yahudi’ydi ama Müslüman rolü oynuyordu. Ekibiyle birlikte pek çok fitnelerin yayılmasında kadrolu bir şekilde çalışmış ve İslam tarihinin en kara lekesini meydana getirmeye muvaffak olmuşlardı. Hazreti Osman (r.a.) gibi yüksek ferasetde bulunan ve pek çok farklı kemal noktada bulunan bir halifenin döneminde neden bu fitneler başlamıştı? Ve Kerbela’ya giden süreç nasıl oluşmuştu? Neydi bu fitnelerin sebebi? Fitnelerin çıkmasına sebep olarak öncelikle sahabelerin pek çoğunun vefat etmiş olması veya İslam’ı yaymak için dağılmasını söyleyebiliriz. Hazreti Ömer (r.a.) sahabenin önde gelenlerinin Medine’den ayrılmasına izin vermemişti kendi döneminde. Fakat Hazreti Osman (r.a.) döneminde durum değişmişti. Çünkü Rasulullah Aleyhisselatü Vesselam’dan ders alma bahtiyarlığına erişen nice sahabeler artık yoktu. Ya vefat etmişlerdi ya da yaşlanmışlar ve inzivaya çekilmişlerdi. Kalanlar ise farklı coğrafyalara tebliğ için gittiğinden Hazreti Osman (r.a.) onların desteğinden mahrumdu. Gerek istişare hususunda gerekse idareciliğe tayin hususunda elindekilerle yetinmek durumunda kalan Hazreti Osman (r.a.) atadığı kişilerden tam manasıyla memnun kalmıyor, karışıklıkların önüne geçemiyordu. Zira bu kişiler eldekilerin en iyisi de olsalar Hazreti Ömer (r.a.) dönemine kıyasla idareciliğe tam lâyık olmayabiliyordu. Diğer taraftan bir nesil değişimi söz konusuydu. Sahabelerin yerini alan neslin zühdde , takvada, adaletde, dindarlık ve dürüstlükte onlara yetişmeleri, onlar kadar hassasiyet göstermeleri mümkün olmamıştı. Münafıklar bu durumu fırsata çevirip ortalığı karıştırıyor, yaygara koparıyorlardı. Bu da Hazreti Ömer (r.a.) dönemini hatırlayan ve kıyaslama yapan halkta bazı karışıklıklara kapılmalarına sebep oluyordu. Buna ek olarak yeni fetihler yapılan topraklardaki milletlerin intikam hislerine kapılmalarını sayabiliriz. Hazreti Osman (r.a.) döneminde İslam Devleti’nin hudutları bir hayli genişlemişti. Hazreti Ömer (r.a.) dönemindeki kadar saffet kalmamış pek çok farklı millet İslam’a girdikçe farklı sorunlar da baş göstermeye başlamıştı. Anadolu’dan Ankara’ya kadar uzanmıştı sınırlar. Kuzeyde Azarbaycan, İran. Bir tarafta Özbekistan, Afrika’da Tunus’a kadar pek çok geniş arazilere İslam yayılmıştı, pek çok muhtelif din, dil, ırk ayrımlarıyla birliği yakalama zorluğu yaşanıyordu. Üstelik bu milletler içinde millî gururları kırılanlar fırsat kolluyor, diş biliyor, intikam arzu ediyordu. Üstad Bedîüzzaman’ın Mektubat’da da dediği gibi Abdullah İbn-i Sebe gibi bir kaç Yahudi tek sorun değildi. İslam’a giren pek çok milletin devletlerinin yıkılmasını gururlarına yedirememelerinden dolayı gizli öfke duymaları fitnenin zeminiydi. Yahudi ve münafıkların rolü bu sorunları deşmek ve önü alınmaz hale getirmek için durumdan istifade etmekti. Nitekim istifade ettiler. Müslümanların manevi birlikteliğinin karşısına çıkamadıkları için çareyi aralarına sızıp tefrika çıkarmakta buldular. Zaman ve mekan farklılıklarından istifade ederek planlı olarak bazı yalanları yaymaya başladılar. Hazreti Osman’a (r.a.) iftiralar atıyorlardı. Farklı coğrafyalarda yaydıkları bu iftiralardan Medine’deki halifenin haberdar olması uzun zaman alıyor, tedbir alana kadar tabiri caizse iş iten geçiyor, çoktan ortalık kaynamış oluyordu. Hazreti Osman’ın (r.a.) kendi cebinden, kendi imkanlarıyla zor durumda olan akrabalarına peygamber döneminde ve diğer halifeler döneminde, kısacası her zaman yaptığı gibi yardımlarda bulunmasını devletin kasasındanmış gibi yayıyorlardı. Böyle bir yalanı yayıyorlardı. Onu tanımayan bozuk kalpli insanlar da buna inanıyorlardı. Halbuki ayette “Size bir fâsık haber getirdiğinde buna inanmayın, tahkik edin.” diyordu. Bu iftira tamamen yersizdi. Eğer doğru olsaydı ganimetlerden halifeye beşte bir oranda verilen payı da alması gerekirdi. Ama Hazreti Osman (r.a.) almıyordu. Kendine helal görmüyordu. Bu derece hassa bir insandı. Ayrıca öyle bir durum olsa o dönemdeki krallar gibi başka memleketlere daha yüksek vergiler koyardı. Halbuki her yerde eşit vergiler vardı. Adalet ve eşitlikle hükmediliyordu. Hazreti Osman (r.a.) bu yardımları tamamen kendi cebinden yapıyordu. Halife olmadan öncede, ömrü boyunca da bunu yapmıştı. Ayrıca Hazreti Osman’ın akrabalarını vali olarak atadığı yalanını yayıyorlar, onu akrabalarına torpil yapmakla suçluyorlardı. Halbuki bu da yüzde yüz doğru değildi. 22 validen sadece 5 i akrabasıydı; onlarında ikisi Hazreti Ömer’in (r.a.) atadığı valilerdi. O öyle bir dönemdi ki fetihlerin çok artması ganimetlerin de artmasına bu da halkın refahının artmasına sebep olmuştu. Tabi ki bunun bir de dezavantajı var. Rehavet de artmaya başlamıştı. Kişi başı düşen ganimet 4-5 kat artmıştı. Hazreti Osman (r.a.) çok cömert biri olduğu için halka bu gelirin dağılmasın çok uğraşıyor, pek çok insana maaş bağlıyordu. Bunu dahi suistimal etti münafıklar. Osman (r.a.) devletin hazinesini israf etti. Çar çur ederek bitirdi diyorlardı. Durum böyle değildi. Fakiri çok gözetiyordu, yetimi kolluyor, kimse açlık çekmesin diye tedbirler alıyor, destekler veriyordu. Hatta tüm şehirlerde toplu sofralar, toplu iftarlar oluşturuyor, bu sofraları kurduruyor, binlerce insana yemek yediriyordu. Hatta bu gün de o şehirlerde toplu iftar adeti ondan gelmektedir. Bu cömertliğini de aleyhine çevirmeye kalktılar utanmadan. Bir asılsız iftira da Hazreti Osman’ın devlete ait meraları kendine ve akrabalarına tahsis etmesi yalanıydı. Halbuki Hazreti Osman (r.a.) bu arazileri kendine değil devletin hayvanlarına tahsis etmişti. Devlet zenginleştiği için hayvan sayısı da çokça artmıştı. Yeni mera ve otlaklara ihtiyaç vardı. Bu devlet arazilerinin başka şeylere kullanılması yasaklandı. Meraya özel olarak tahsis edildi. Maalesef bu normal hadise münafıkların yalanlarına malzeme oldu. hatta hazreti Osman’ın (r.a.) getirdiği yenilik çok güzel de bir yenilikti. Toprağı ihya eden, o toprağa sahip olur teşvikiydi. Bu ülkede tarımın gelişmesine yol açtı. Ükle bu sayede hızla kalkınıyordu. fakat münafıklar bunu dahi Osman (r.a.) bid’adçıdır, halkı cihattan koparmak istiyor, devlet arazilerini peşkeş çekiyor diyerek yansıtıyorlardı. kara bir propagandayla uğraşıyordu Hazreti Osman (r.a.). Halifeliğinin 9. senesinde duyduğu fitnelerden hayretlere düşen Hazreti Osman (r.a.) tüm valilerini çağırdı. Şehrin önde gelenlerinin temsilcileriyle beraber Medine’ye geldiler. Bu fitnelerin aslını esasını sordu. Tüm ithamlara cevap verdi. Her kes ikna olmuş, her icraatın perde arkasını öğrenmişler, hikmetini duymuşlardı. Münafıkların çevirdikleri oyunların foyası bir ölçüde meydana çıkmıştı. Münafıklar yüzleri kara olarak döndüler geldikleri yere. Fakat daha ince, daha sinsi çalışmaya karar verdiler. Hazreti Osman’ın (r.a.) döneminde bir tehlike daha çıktı. Kur’an okuyuşlarını farklı sahabelerden, farklı kıraatlerden öğrenen toplumlar; herhangi bir sefer öncesi bir araya geldiklerinde birbirleriyle sert tartışmalara giriyorlar, birbirlerini Kur’an’ı yanlış okumayla suçluyorlardı. Ve Kur’an’ı kendi lehçelerine göre mushaflara yazmışlardı. Hazreti Osman (r.a.) sahabenin büyükleriyle acil olarak istişare etti. Ve tüm farklı lehçelerdeki mushafları toplattı. Henüz Kur’an’da bir hareke yoktu. Kur’an’ın indiği Kurayş Lehçesi hariç diğerlerini yaktırdı. Ve bu şekilde yanlış anlaşılmaların önünü almış oldu. Bu icraatıyla sahabenin duasını aldı. Büyük bir fitneyi önlemiş oldu. Hazreti Ebu Bekir (r.a.) döneminde iki kapak arasına toplatılan ve kitap haline getirilen Kur’an’ı Hazreti Hafsa’dan (r.a.) alıp, nüshalarını çoğalttırdı. Bu güzel hizmeti müthiş bir titizlikle yaparken münafıklar ise şunu yaymaktaydı. Osman öylesine yoldan çıktı ki Allah’ın kitabının mushaflarını toplatıp yaktırıyor. (Gümleme sesi) Zulmü Kur’an’a da sıçradı diyorlardı. (Giyotin sesi) Bir de yüzük meselesi vardı ki olmayacak kadar abartıldı. Hazreti Osman (r.a.) Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın mühür olarak kullandığı yüzüğünü Eris isminde bir kuyunun duvarında otururken düşürmüş tüm kuyunun suyu boşaltılmasına rağmen; yüzlerce kişi aramasına rağmen bulunamamıştı. Bu doğal hadiseyi bir işaret olarak gören cahil insanlar bir yaygarayla galeyana getirilmişti. Osman (r.a.) halifeliğe layık olmadığı için o yüzük ondan alındı diye fitne çıkarıyorlar, bazı insanlar da bu fitneye inanıyorlardı. Münafıkların başını Yemen Yahudisi Abdullah ibn-i Sebe çekiyordu. Yahudiler hasetleriyle meşhurdur. Kitap larında Hazreti Muhammed Aleyhisselatü Vesselam’ın geleceğini okumuş fakat Araplar arasından geldi, Yahudiler arasından gelmedi diyerek haset duymuş, kibirleri yüzünden kutsal kitaplarındaki Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’dan bahseden yerleri yırtmışlardı. İbn-i Sebe’nin münafıkların başını çektiği biliniyordu fakat ele geçirilemiyordu. Medine ve Mekke’de fitnesini yayamayınca Irak’a gidip orda başlamıştı fitnelerine. İlk başlarda yüksek ilminden dolayı çok iyi bir Müslüman taklidi yapıyor, halka duymadıkları şeyler anlatarak kendine çekiyordu. Yavaş yavaş zehrini aşılamakta ustaydı. Konuşmayı çok iyi biliyordu. Müslümanları nerden vuracağını çok iyi biliyordu. En önemli etki alanı nifaktı yani ara açmak. O ve adamları Hazreti Osman (r.a.) ve sahabenin önde gelen isimlerini birbirine düşürmek için azimle çalışıyorlardı. Halifenin her kararını yanlış aksettirmek için habercilerden hızlı çalışıyorlardı. Sahabeler ilk başta inanmak istemiyor ama sonra yapılan iş eğer anlatıldığı gibiyse doğru değildir diyorlar; bu da münafıkların eline bir koz olarak geçiyordu. Bu sözlere türlü yalanlar ekliyorlardı. Sahabenin büyüğü şöyle tenkit etti, böyle tenkit etti diyerek. Ve daha sonra farklı yalanları yaymaya başladılar. Mesela Abdullah İbn-i Mesud’u (r.a.) öyle dövdürdü ki bağırsakları dışarı döküldü, feci şekilde can verdi diyorlardı. Kim inanır böyle bir yalana? Halbuki böyle bir hâdise vuku bulmamuıştı. Ebu Zer El Gıfare’yi (r.a.) Medine’ye sokmadı, alıkoydu diyorlardı. Halbuki işin salı öyle değildi. Ebu Zer’le (r.a.) görüşmüş, onun da rızasıyla başka bir yere onu göndermişti. Ammar’a (r.a.) zulmetti diyorlardı. Ammar (r.a.) ümmetin pusulası gibi bir sahabedir. peygamberimiz (s.a.v.) buyurmuştu: “Ammar’ı (r.a.) baği yani bozguncu bir gurup katledecek.” “Hak üzere olmayan bir gurup katledecek.” demişti. Halka Hazreti Osman’ın (r.a.) Ammar’ı (r.a.) öldüren bağiy lduğunu söylüyorlardı. Bu da apaçık bir yalandı. Fakat uzak coğrafyalarda haberin yanlış olduğunu öğrenmek haftalar, bazen aylar sürüyordu. Bu bilgi kirliliği, yalan furyası atılan çamurun izlerinin kalmasına sebep oluyordu. İbn-i Sebe ve münafık ekibi bir yandan da halkı yanlış fikirlerle zehirliyorlardı. İtikad ve inançlarını bozuyorlardı. İbn-i Sebe insanlara Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) reankarnasyonla tekrar geri geleceğini etkili bir biçimde anlatıyor chillerin inancını bozuyordu. Hâşa Hazreti Muhammed’in (s..a.v.) geri döndüğünde zalimlere indireceği darbedeb bahsediyorlardı. Bu darbeden korunmak için yapılacak iş; yanlışlar üzerinde olan hükümeti indirmektir, şeriatı korumak için isyan etmek cihattır diyorlardı. Hazreti Ali’nin (r.a.) hakkının yendiğini anlatıyor; Hazreti Ali (r.a.) üstünden Hazreti Ebu Bekir (r.a.), Hazreti Ömer (r.a.), hazreti Osman (r.a.) gibi sahabelere düşmanlık ettiriyordu. Hazreti Osman’a (r.a.) düşmanlık güden, İslam’dan intikam almak isteyen ya da kavmiyetçi olanlar bu görüşlere kapılıyorlardı. bazen de İslam’a yeni girenler ve İslam hakkında yeterli bilgisi olmayanlar bu söylemlere kapılı; İslam’ı korumak namına Hazreti Osman’a (r.a.) ve hilafete düşmanlık güdüyorlardı. Köpürte köpürte, yalanları yaya yaya insanları galeyana getirdiler. Hicretin 34. yılında Irak ve Mısır’dan gelen bir gurup hac için yola çıkmış fakat yaptıklarının hesabını sormak için dönüşte Medine’ye uğradıklarında Hazreti Osman’ın (r.a.) karşısına çıkmışlardı. Hazreti Osman (r.a.) onları dinledi, şefkatle konuştu, ikna etti. Geri dönerlerken münafıklar oyunlarının bozulduğunu fark ettiler. hemen bir tuzak tertip ettiler. Hazreti Osman’ın (r.a.) ağzından yalan bir mektup yazıp, mührünü taklit ederek bir mühür bastılar. Mektubu taşıyan kişiyi ihbar edip kızgın kalabalığa yakalattılar. Mektupta Hazreti Osman (r.a.) güya Mısır Valisi’ne hitaben bu bozguncu gurubun hepsine hakaret ediyor, öldürülmelerini emrediyordu. İnsanlar öfkelendi. Öfkeli kalabalık münafık elebaşısı İbn-i Sebe’nin de galeyanıyla Medine’ye yürümeye başladılar. Hazreti Osman’ın yalan söylediğini ve istifa etmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Niyetlerinin doğru olduğunu İslam’ı korumaya çalıştıklarını zannediyorlardı fakat İslam’dan haberleri yoktu. Çoğu cahil ve aşırıcı kimselerdi. Şeytanın tuzağına düşmüşlerdi. Halifenin evini kuşattılar. istifasını istediler; istifa etmedi. Münafıklar yoksa öldürürüz diye bağırıştılar. Diğer insanlar da o anın kontrolsüzlüğüyle münafıkların provakasyonuna kapıldılar. Halbuki, şeriatça ulül emre itaat farzken bir halifeyi katletmek ne derece hak üzere olabilirdi ki? Hazreti Osman (r.a.) elbette istifa etmedi. peki neden istifa etmemişti? Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın çok sevdiği damadıydı Zinnureyn (çift nurlu) Osman (r.a.). “Cennet’de her peygamberin bir dostu vardır benim dostum da Osman’dır (r.a.)” buyurmuştu Nebiler Serveri (s.a.v). “Ashabım içinde ahlakı bana en çok benzeyen Osman’dır (r.a.)” demişti. Vefatından önce “Ashabımdan bazısının yanımda bulunması beni çok sevindirir. “buyurmuştu. “Ebu Bekir’i (r.a.) çağıralım mı?” dediler, sükut etti peygamberimiz (s.a.v). “Ömer’i (r.a.) çağıralım mı?” dediler sükut etti. “Osman’ı (r.a.) çağıralım mı? dediler. “Evet!” dedi. Çağırıldı Osman (r.a.). Koşarak geldi, uçarak geldi. En sevgili (s.a.v) çağırmıştı. “Gel'” demişti. Koşmak değil uçmaktı itaat. Düşünsenize Allah Rasulü’nün (s.a.v) isminizle sizi de çağırdığını. Resulullah (s.a.v) onu görünce sevinmişti. Bir müddet sohbet etmişlerdi. Hazreti Osman’ın (r.a.) yüzü gittikçe değişmişti. Çünkü Rasulullah Aleyhisselatü vesselam ona halifelik döneminde meydana gelecek fitnelerden bahsetmişti. Suçsuz olarak şehit edileceğini haber vermiş ve sabretmesini istemişti. “Ey Osman, (r.a.) eğer Allah sana bir gün halifelik gömleğini giydirirse, münafıklar o gömleği soymaya kalkışırsa sakın onu bana kavuşuncaya kadar çıkarma.” demişti. İstifa edemezdi Osman (r.a.), emir verilmişti. Karşı koymayacaktı, sabredecekti. canı pahasına sabredecekti. Hazreti Ali (r.a.) ve iki oğlu Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) koşmuştu imdadına. Su vermiyorlar, yemek vermiyorlar; Hazreti Osman’ı istifaya zorlamak için her türlü gadri yapıyordu çapulcular. Hazreti Hasan’ın (r.a.) ve Hazreti Hüseyin’in (r.a.) yapısında da susuz kalana koşmak vardı. Bembeyaz, nur gibi parlayan halifenin susuzluktan çatlamış dudaklarına su yetiştirdiler. Acaba bilir miydi Hüseyin Kerbela’da aynı zihniyet kendisini de susuz bırakacaktı. Böyle cahil, böyle zalim, İslam’ın sevkat ve sevgi dolu mesajından nasibini alamamış insanlar vardı karşılarında. Suyu en fazla hak edeni susuz bırakmak onların ebedî susuzluğuna sebep olmuştu. Söylenen her yalana inanmışlar, şeytan da onların cehaletinden faydalanmış, fitnenin içine çekmişti. Hazreti Ali (r.a.) “Ya Emir-el Mü’minin emret hepsini kılıçtan geçirelim.” dedi. Hazreti Osman (r.a.) “Olmaz” dedi. “Medine’de rasulullah Aleyhisselatü Vesselam’ın yanında harp olsun kan dökülsün istemem.” dedi. “Öyleyse kapında nöbet tutacağız” dediler. “Hayır” dedi. “Siz mescide gidin, istemiyorum hiç bir cedelleşme olmasını.” dedi. Günler geçiyor, tansiyon düşmüyor, münafıklar tansiyonu yükseltecek yalanlarını daha da yayıyorlardı. hazreti Osman (r.a.) evinin balkonuna çıktı. Mescid-i Nebevî’ye seslendi. Evi yakın olduğu için Mescid-i Nebevî’dekiler onu duyabiliyorlardı. Ama isyancılar görüştürmüyordu. “Ali orda mı?” dedi. “Burda” dediler. Sahabelerden mümtaz şahısları sordu, burda dediler. İsyancılar şaşkın şaşkın ne diyeceğini bekliyorlardı. “Ya Ali (r.a), ey Allah’ın sahabeleri, bu eşkiyalar bilmiyorlar mı benim kim olduğumu? Bana su vermiyorlar. “Müslümanların en susuz anlarında Rume kuyusunu tasadduk eden, Müslümanlara bağışlayan ben değil miydim?” dedi. “Sendin!” dediler. “Siz de şahit misiniz?” dedi Mescid’dekilere. “Şahidiz ey Allah’ın halifesi.” dedi Ali (r.a.) ağlayarak. “Bunlar bana yemek vermiyorlar. Halbuki Müslümanlar kıtlık yaşarken, en aç zamanlarında, binlerce develik kervanla erzak dağıtan ben değil miydim?” dedi. “Sendin.” dediler. “Siz de şahit misiniz Ya Ali (r.a.)” diye sordu. “Şahidiz.” dedi Hazreti Ali ağlayarak. “Beni ablukaya almışlar, halbuki ben İslam’ın zorluk ordusunu silahlandıran, tedarik eden kişi değil miyim?” dedi. “Sensin!” dediler. “Siz de şahit olun.” dedi. Bir gün Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, Hazreti Ebu Bekir (r.a.), Hazreti Ömer (r.e.) ve ben Uhud Dağı’na çıkmıştık. Uhud Dağı’nı bir titreme aldı. Efendimiz “Usbud ya Uhud. Fe inne ma aleyke nebiyyun ve siddikun ve şehiden.” dememiş miydi?” “Benim şehit olacağımı müjdelememiş miydi? dedi. “Evet!” dediler. İsyancılar birer birer pişman olup vazgeçiyor, tövbe ediyorlardı. Hazreti Osman (r.a.) ellerini kaldırdı. “Şahit ol Ya Rab, düşmanlarım bile şehadetimi tasdik ediyor.” dedi. Ve içeri girdi. Hanımı Naile’ye (r.a.) sordu. “Kaç gündür su içmiyorum?” dedi. “4 gündür su içmiyorsunuz.” dedi. Bu gün de oruca niyetlenelim.” dedi Hazreti Osman (r.a.). İftar edemeden oruç tutuyordu. Bir ara uykuya daldı. Rüyasında bir melek ona göründü. “Ey Osman (r.a.) hazırlan Nebiler Nebisi (s.a.v) seni çağırıyor.” dedi. Osman’ın (r.a.) dudakları mevcelendi. hemen koştu Rasulullah’ın (s.a.v) huzuruna. Dereler yollar aşılıyor, bir patikadan bir bahçeye iniliyordu ve güllerin arasında onun çehresi gözüktü. Gözleri dolu dolu damadı Osman’a (r.a.) bakıyordu Efendimiz (a.s.v). Sağında Ebu Bekir (r.a.), solunda Ömer (r.a.) vardı. “Geldin mi ey Osman (r.a.)” “Geldim ya rasulallah (s.a.v)” “Seni hapis mi ettiler? “Evet beni hapsettiler.” Sordu ona: “Ey Osman (r.a.) sana su vermediler mi? Seni susuz mu bıraktılar?” “Evet Ya Rasulallah (s.a.v) beni susuz bıraktılar.” “Ya Osman (r.a.) seni aç mı bıraktılar, sana yemek vermediler mi?” “Evet Ya Rasulallah (s.a.v), bana yemek vermediler, beni aç bıraktılar.” “Osman! (r.a.)” “Buyur Ya rasulallah (s.a.v)” “Öyleyse buyur gel iftarı benim yanımda yap.” Uyandı Osman (r.a.). Vakit gelmişti. Rasulullah’a (s.a.v) kavuşma vakti gelmişti. Hazırlandı, hanımı Naile’ye (r.a.) dedi “Bana şalvar getir.” Hanımı sıordu “Sen şalvar giymezdin, ne oldu Allah’ın halifesi?” Dedi ki: “Rüyamda Rasulullah Alethisselatü Vesselam’ı gördüm. Beni yanına çağırdı. Birazdan eşkiyalar beni öldürmeye gelecekler, beni yerde sürükleyecekler. Avret yerim görülsün istemiyorum.” Sözleri hançer gibi saplanıyordu hanımının gönlüne. Çaresizdi. Bir yandan ağlıyor, bir yandan sadık rüyaya itaat ediyordu. O sırada eşkiyaların bir kısmı vaz geçmişti. Hazreti Osman’ın (r.a.) konuşmasından etkilenmişlerdi. Oluşan havadan hoşnut olmayan liderleri hemen harekete geçme emri verdi. Evinin arkasındaki duvar yıkılmıştı halifenin. Evinin içine girdiler. Kur’an okuyordu nurlu Osman (r.a.). İlk kılıç darbesi hanımının gözleri önünde inmişti ensesine. Tam da okuduğu ayetin üstüne akmıştı başının kanı. Ayette ise şu yazıyordu: “Feseyekfikehumullah” Yani “Onlara karşı sana Allah yeter.” (Gök gürlemesi sesi) Evet Üstad’ın da dediği gibi “Dost istersen Allah yeter. Tüm dünyaya karşı sana Allah yeter. Madem o var, her şey var. Tüm dertlere, kederlere, dünyanın tüm kötülüklerine karşı sana Allah yeter.” Sahabeler Hazreti Osman’ın (r.a.) vefat etmesine Hazreti Ömer’in kinden (r.a.) daha çok üzülmüşlerdi. Hem mazlum olarak ölmesi hem de fitne kapısının bir daha kapanmamak üzere kırılması hepsini hüzne boğmuştu. Artık Müslümanları çok çetin bir dönem bekliyordu. O çetin dönemle baş edebilecek; ümmete bir baş lazımdı. Kahraman bir baş. İslam yoluna feda olan bir baş. Hem cesur hem âlim hem imam Haydar’ı Kerrar (r.a.) lazımdı. Allah’ın aslanlarından bir aslan lazımdı. Hazreti Ali (r.a.) lazımdı. Evet maalesef Kerbela’ya giden süreç başlamıştı. Fitne kapısı kırılmış ve halifenin mazlum olarak öldürülmesi ilerleyen süreçte ciddi bir sıkıntı ve siyasi bir mesele olarak kullanılacaktı. Seçim yoluyla gelen halifelikten saltanat sürecine geçiş ve Kerbela yangınının kıvılcımları Hazreti Osman’ın (r.a.) şehadetiyle çakılmıştı. Hazreti Ali’nin (r.a.) halifeliği ve onun döneminde yaşanan bazı fitneleri bir sonraki videomuzda konuşmak üzere Allah’a emanet olun. Altyazı M.K.
Tebliğ et!