Korsanların saldırısına uğradınız mı? Hiç fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi yaşadın mı? Gittiğin ülkelerde garip adetler var mıydı? Olmaz mı? Ya ne garip garip, ne iğrenç iğrenç adetleri var insanların. Yani aklın durur. Çıktık, bir baktık ki kaptana, kaptan ölmüş. Dedik “Ya bu böyle olmaz. Sonuçta Müslüman adam.” En iyi Müslüman benmişim. Ben de Fatiha biliyorum, bu kadar. Dedim “Ya tamam. Ben yıkarım.” Yatırdım tahtanın üzerine. Bir baskın oldu gemiye. En az 50 tane adam. Kafalarında bandanalar, silahlar. Her yeri talan ettiler. Dedik “Öldük artık yani bitti. Buraya kadarmış. Hayatımızın sonu bu.” Ben, Cemil Demirkol. Bundan 15 sene önce birader dedi ki: “Gel seni gemilere göndereyim.” Ben de “tamam” dedim. Kağıtları ayarladık. Büyük bir macera. Bastık, çıktık gemiye. Ama hiçbir şey düşündüğümüz gibi olmadı. Gemi, bambaşka bir hayatmış. Gemide yaşadığın en ilginç olay neydi? Gemide ilginç olay çok. Bir gün yine gemideyiz. Kongo’ya doğru gidiyoruz. İstanbul limanına geldik. “Oranın hastalıklarından korunmak için aşı vuracağız.” dediler. Tamam, eyvallah. Bizim kaptan demiş ki: “Ben beş sene önce işte, aşı vurulmuştum.” Vurulmadı. Eyvallah. Bastık, gittik. Kongo’ya vardık. Yükümüzü aldık. Gemi hareket etti. Kıyamet koptu. Kaptan yok. Yatmış yerine, kalkmıyor. “Ya” dedik, “Ne oldu buna? Bir çıkalım, bakalım.” Gittik, bir baktık ki kan ter içinde, sırılsıklam. Dedim ikinci kaptana, “Problem var bu adamda. Bir bakalım, edelim.” Girdik odasına. Yatak, yemin ediyorum sana, sırılsıklam. Sanki kovayla su dökmüşler gibi. Terlemiş adam. Öyle bir terlemiş, öyle bir terlemiş ki mahvolmuş. Çıkarttık, güzelce yıkadık, ettik. Yatırdım yerine yine. Ertesi gün oldu. Dedim “Ya bir bakayım.” Ne yemeğe geliyor… Yemek gönderiyorum, yemek yemiyor. Çıktık, bir baktık ki kaptana. Kaptan sizlere ömür. Ölmüş. Hemen şirketi aradık. Dedi ki şirket: “İtalya’ya götürün, biz oradan alırız kaptanı.” Tamam. Dedik “Ya bu böyle olmaz. Bu adamı yıkayalım, saralım. Bir şey yapalım. Bir şeyler yapılması lazım bu adama.” Sonuçta Müslüman adam. Sorduk arkadaşlara. En iyi müslüman benmişim. Ben de Fatiha biliyorum, bu kadar. Hiç biri hiçbir şey bilmiyor. Dedim “Ya tamam. Ben yıkarım.” Aldık adamı, yatırdım tahtanın üzerine. Bir kova sabunlu su ayarladım. Bir tane de araba fırçası. Aldım, başladım sürmeye. Güzelce fırçaladım. Arada da boyna Fatiha’yı okuyorum. Temiz çarşaf vardı. Temiz çarşafla da kapladık güzelce. Sardık, sarmaladık. Ama İstanbul’a götürmemiz gerekiyordu. İtalya’da dediler ki: “Almayacağız.” Şirketten aradılar bizi. Tamam. Ne yapmak lazım? Difrize atacaksın. Difrizin en alt katında etler vardı. Onları çıkardım, en üst kata koydum. Kaptanı da en alta koydum. Bariyeri de koydum önüne. “Tamam” dedim. “Sen sağa ben selamet.” İki gün falan geçti. Artık İtalya’dan çıktık, Mataban’a doğru geliyoruz. Yani Yunanistan açıkları gibi. Bir fırtına koptu, oow. Sorma. Yer yerinden oynadı. Ne yataklar, ne döşekler. Her şey birbirine girdi. Dedim “Ya Kamurata, in aşağı bir bak bakalım. Ne olmuş?” Gönderdim onu. Bir kıyamet koptu ki sorma. Bağırış, çağırış. Nasıl çıktığını bilemedi Kamurata. Kaptan kalkmış, etleri de kucağına almış. Koridorda oturuyor. “Lan” dedim, “mümkün değil oğlum böyle bir şey.” -18 difriz. Adam öldü. Oraya koyduk. Yani kendimiz biliyoruz bunların hepsini. Ama öyle bir anlatıyor ki gerçekmiş gibi. Korku sardı beni. Paldır küldür ben de aşağıya indim. Ama korkuyorum böyle, demirlerden, sağda soldan. Tutuna tutuna iniyoruz. İndik. Bir baktım ki gerçekten de o demirler memirler o korumalar falan çıkmış. Kaptan, koridora kadar kaymış fırtınadan dolayı. O yukardaki etler de patır kütür patır kütür kucağına düşünce daha tam donmadığı için hafif böyle öne doğru eğilmiş. Sanki bütün etleri kucağına almış, öyle bekliyormuş gibi görünüyor. Dedim “Ya yok bir şey.” Aldık etleri metleri, tekrar kaldırdık. Geri koyduk yerine. Yol… İstanbul’a kadar geldik. Ailesi gelmiş. Ailesine teslim ettik kaptanı. Sen sağ ben selamet. Gittiğin ülkelerde garip adetler var mıydı? Olmaz mı? Ya ne garip garip, ne iğrenç iğrenç adetleri var insanların yani aklın durur. Bir anlatayım bak gör. Bir gün yine İtalya’dayız. Arkamızda Filipinlilerin gemisi var. Gece geç saatler. Dışardan geliyorum. Bir acı ses, bir acı ses. Bir köpek sesi geliyor. Felaket. bir bağırıyor hayvan, bir bağırıyor. “Ya” dedim, “Ne oluyor?” Limon’un bir köpeği vardı. Şöyle bu kadar var yani. Ya dana kadar bir köpek. Bembeyaz tüylü. Onun sesi. Anladım yani. Başka köpek yok çünkü. Yaklaştım, yaklaştım gemiden geliyor. Bu Filipinlilerin gemisinden geliyor ses. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar? diye bir bakayım dedim. Yani öyle bir acı ses ki. Hayvan viyak, viyak viyaklıyor. Eğildim, “Ambara doğru bir bakayım” dedim. Eğildim, bir baktım ki ambara. Hayvana biri tutmuş sopayla ucunda ip, öteki de çivili bir sopa ayarlamış. Sopayla hayvana yavaş bir vuruyor, çekiliyor. Vuruyor, çekiliyor. Her yer kan revan içinde. Dedim “Ya bu ne eziyet. Bu nasıl bir insanlık?” Ondan sonra ertesi sabah bir baskın oldu gemiye. En az 50 tane adam. Polisler, jandarması, bilmem nesi. Her yer… Kıyamet koptu. Ne oldu? Köpeği arıyorlar. Gidiyorlar, bakıyorlar ki hiçbir şey kalmamış. Çöp tenekesinin içinde hayvanın kemikleri ve tüyleri. O gece yemişler adamlar. Limon’un köpeğini yemişler ya. Var mı böyle bir şey? Bunun dışında yine bir gün Afrika’dayız. Baktım kağıttan külah yaparlar, çay bardağıyla da çekirdeği alır, doldurur hani verirler ya 1 liraya falan. Orada da öyle bir şey satıyorlar. Merak ettim. Yani dedim “Hani, çekirdek gibi bir şey herhalde.” Yaklaştım, baktım. Şöyle uzun uzun beyaz bir şey. Ekmeği hani ince ince kıymışın da hafif tuzlamış, güneşte kurutmuşsun gibi bir şey. Dedim “Ver oradan bana da ver” dedim ya. Aldım. Baktım tadına güzel, tuzlu tuzlu bir şey. Bir arkadaş vurdu elime. “Ne yapıyorsun?” dedi. Dedim “Ne var? Ekmek ya mis gibi ekmek. Kurutmuşlar, tuzlu tuzlu ne güzel.” Dedi “Ekmek değil o.” “Ne peki?” dedim. Ay. Solucanmış, kurtmuş. Öyle bir şey. Ağaçlardan topluyorlarmış bunları. Tuzluyorlarmış, kurutuyorlarmış. Ya ben de şey zannediyordum. Uzun, ince, beyaz ya. Uç tarafında bakıyorsun siyahlık var. Meğer orası başıymış. Hayvanları kurutup, solucanları kurutup, onlar çerez gibi yiyorlarmış. Bu da bir şey değil. Uzak Doğu’da adamlar sırf profesyonelce böcek üretiyorlar ya. Bizim bu kalorifer böcekleri var ya. Kalorifer böceği, hamam böceği. Adam, kocaman bir çiftlik kurmuş. Bunları üretip, sıcak suya sokup çıkartıyor, onu yiyorlar ya. Yani dünya üzerinde o kadar garip garip şeyler, garip garip adetler. Yani şükretmeliyiz yani. Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz. Böyle bir ülkede yaşadığımıza şükretmeliyiz. İnan… Yani aklımdan da geçiyor. Öyle bir yerde yaşıyorsak, adamlar bizi bile yer. Peki hiç fırtınaya yakalanıp, batma tehlikesi yaşadın mı? Yani insanın gemici olup da “Fırtınaya yakalanmadım” deme şansı yok ki. Bir gün yine Karadeniz’deyiz. Hiç unutmam. Dedik “Öldük artık yani bitti. Buraya kadarmış. Hayatımızın sonu bu.” Çünkü herkes ne yapmıştı biliyor musun o gün? Can yeleklerini giymişler, artık ölümü bekliyoruz. Kaptan da tanıdıktı. Çıktım yukarıya. “Suvar Bey” dedim, “Nasıl vaziyet?” Dedi “Cemil, önümüzdeki iki tane gemi battı. Kahroldum tabii. Hemen insanın aklına evdekiler, çoluk çocuk hepsi geliyor. Gözümün önünden böyle film şeridi gibi geçiyor. Dedim “Herhalde bu kadarmış.” Aşağı indim. Yani yapacak hiçbir şey yok. Kamarada oturuyorum. Ben de yeleği giydim. Ama çıkmadım. Çünkü salona da çıksam bir şey ifade etmiyor. Çünkü gemi kırıldığı an hani 30 saniye sürmüyor. 10 saniye içinde. Sanki suyun içine bir taş atmışsın gibi şak diye batıp gidiyor. Yapacak hiçbir şeyin yok, duadan başka. Ben de kamaramda oturdum, dua ediyordum işte. Paldır küldür bir ses, bir gürültü. Kıyamet koptu kapımın önünde. “Lan” dedim “Ne oluyor?” Bir baktım ki dördüncü kaptan. “Buyur” dedim “Efendim kaptan.” Ne sordu biliyor musun? “Aşçı başım, kıble ne taraf?” “Ya” dedim “Bu havada, bu fırtınada kıble ne taraf nereden bileyim? Kıl, ne tarafa istersen kıl. Allahu Teala kabul eder, sen yeter ki kıl.” dedim. O şekilde çekti, gitti. İstanbul, şey demiş. “Tamam yavaş yavaş artık gemileri almaya başlıyoruz.” demiş. Boğaza doğru bir girdik, yani hayatımın en güzel anı diyebilirim. Kar yağıyor bir yandan fırtına. Hepsinden sıyrıldın. Arkanda kaldı hepsi. İstanbul boğazına girdiğin süt liman bir yer, deniz ama en böyle psikolojik olarak da ruhsal olarak da rahatlatan şey, ezan sesiydi. Bütün camilerden müthiş bir ezan sesi duyuyorsun. Öyle bir rahatladım, öyle bir rahatladım ki anlatamam. Hayatımızın her anında fırtınalar kopabilir. Bu gemide olur, karada olur. Nerede olduğumuzun hiçbir önemi yok. Ölüm her zaman var. Bunu görüyor olmak lazım. İlla o büyük fırtınanın son haddini beklemeye gerek yok. Naçizane tavsiyem bu. Gidin. Camilere gidin. Ezan sesini duyduğunuz zaman mutlaka koşa koşa gidin. Yutdışındayken, Türkiye’de en çok neyi özlüyordun? En çok çocuğumu özlüyordum. Ben 2 aylıkken bıraktım çocuğumu, çıktım gemiye. Takriben 5 sene falan yaptım bu işi. 5 sene boyunca hangi limana gittiysem… İtalya, İspanya… Hani Akdeniz’de kıyısı olan bütün ülkelere gittim. Karadeniz’de kıyısı olan bütün ülkelere gittim. Buralardan, koleksiyoncu gibi oldum. Her limandan bebek aldım getirdim kızıma. Yani evde 300 tane falan bebeği oldu. Hani sanki çocuğum için almışım gibi görünüyor ya. Aslında ben bu bebekleri sonradan sonraya fark ediyorum. Hep kendim için almışım. Çocuğuma olan özlemimden dolayı koleksiyoncu olmuşum. Bebek toplamışım hep. Ülke ülke bebek toplamışım. En fazla kaç gün gemide kaldın? Ben en fazla 10-12 gün civarı kaldım. Yani hiç karaya ayak basmadan. Ama bazı gemiler var, 35 gün, 40 gün, 50 gün, 60 gün hiç kara görmeden seyir halinde devam eden gemiler var. Ben şanslı olanlardandım. En fazla 12 gün gemide kaldım. Peki uzun süre gemide kalmak, psikolojini bozmadı mı? Ya bozmaz mı? İnsanın psikolojisi sıfıra iniyor. E gemide 12 gün boyunca toprağa basmayınca ne oluyor? Feci bir şekilde elektirik yüklenmesi oluyor. Hani bu tamamen psikolojisini bozuyor adamın. Ya bir martı görmek bile insana bir mutluluk veriyor. Denizin ortasındasın. Her yer deniz. Ne kara parçası var, ne bir şey var. Hatta bu gemide hani 12 gün kalıyorsun ya. Gemiden indin, yani kara sallanıyormuş gibi hissediyorsun. Masanın üstündesin, bardak var, poğaça var. İkisi birden sanki kayıp düşeceklermiş gibi tutma hissi geliyor insana ve bu günlerce sürüyor, haftalarca sürüyor. Müthiş bir psikolojik bozukluk var. Ailenizle iletişimi nasıl kuruyordunuz? Gittiğimiz limanlarda bir kart alıyorduk. Kartla telefon ediyorsun, evdekilerle görüşüyorsun. Ama benim şöyle bir şansım vardı. Çalıştığım gemiler genelde, İstanbul boğazından geçiyorlardı. Gemi, Yenikapı açıklarına demirliyordu. Ben de 4 saatliğine, 5 saatliğine evime gidiyordum. Çoluğumu çocuğumu görüyordum 4-5 saat de olsa. Bu büyük bir avantaj. Ama bir gün ne oldu? Bir sıkıntı yaşanmış limanda, İstanbul’da. Hiçbir gemiciyi karaya izin vermiyorlar. Çıkmasına izin vermiyorlar. Yaklaşık 3 ay, hiç evime gidemedim. Çoluğumu çocuğumu 3 ay boyunca göremedim. Benim için 3 ay o kadar büyük bir zaman gibi geldi ki. En sonunda eve gitim. Kapıyı çaldım. Kapıyı açtı benim küçük kız. Baktı şöyle suratıma. Fırladı gitti içeriye. Şaşırdım tabii ben de. Annesi içeriden soruyor. “Kim geldi kızım?” dedi. “Amcalarımdan biri geldi” dedi. Çocuğum beni tanımadı. Yani bu hüsranı düşünebiliyor musun? Hani ben çöktüm, dedim ki o an “Gemi işi benim için artık bitmiştir.” Çünkü hayat bitmiş. Yani gemi, deniz insanlar için değil yani. Bir an önce bırakmak istiyorsun. Ömür dediğin nedir ki? Ömür sınırlı. Onu demek istiyorum. Bu sınırlı ömrün içinde çok iyi kullanmak lazım bu ömrü de. Hani çoluktan çocuktan uzak. Hani para hırsıyla değil de yaşamı düzgün yaşamak lazım. Gemide yaşadığın en korkunç olay neydi? Gemide birçok korkunç olay yaşadım. Bir gün kimyasal bir tankerde çalışıyoruz. Arkadaşın biri kayboldu. Zaten 9 kişiyiz. Ya bakıyoruz, sağa bakıyoruz yok, sola bakıyoruz yok, yok. “Adam kaçtı” diyorlar. En sonu… İspanya mıydı? Fransa mıydı? Tam olarak hatırlayamıyorum. Vardık o ülkeye. O ürünlerden, kimyasal ürünlerden birini boşaltıyoruz. Boşalttık. Tankerin içinden adamın saati, yüzüğü, bir de ayakkabısı… Normalde gemicilerin giydiği ayakkabılar demirlidir, ucu demirlidir. O demirli ayakkabının sadece demiri kalmış. Oradan tanıdık, teşhis ettik. Adam tamamen erimiş, yok olmuş. Hiç korsanların saldırısına uğradınız mı? Ya korsanlar her yerde. Özellikle de Somali, Elitre. O taraflarda müthiş bir korsan yoğunluğu var. Yani kim yapar, kim eder? Onu da bilmem ama… gemiyle bir gün yine gidiyoruz oradan. Geminin iki tarafına da ipleri salmışlar. Bordamıza, iki tane filika yanaştı, yapıştı. İki filikadan 15, 15 . En az 30, 35 tane paldır küldür çıktılar gemiye. Kafalarında bandanalar, silahlar… Koca koca silahlar, sağa sola ateş ediyorlar. Bizim gemicilerin çoğu hani 2-3 kişi kaldı dışarıda. Tamamı makina dairesine girdi, saklandı. Bütün kamaraları, orayı buarayı. Her yeri talan ettiler. Neyimiz varsa, neyimiz yoksa. Çocuğun için aldığın oyuncağı dahi el sürdüler, aldılar. Onu bile aldılar. Yüzükler, küpeler ne varsa. Ya adam ayakkabı almış. Spor ayakkabı İtalya’dan. Herif onu bile aldı yani. Hiçbir şey kalmadı. Beni de tuttular ama tabii o ara ben ben değilim. Neden? diyeceksin. Çünkü bu hikayeyi ben yaşamadım. Gemicide şöyle bir şey vardır gemide. 9 ay boyunca seninle birlikte gemide seyahat ediyoruz. Sen bu hikayeyi, anlata, anlata, anlata, anlata 9 ay boyunca anlattın ya. Benim artık kafama yer etti. Sen gemiden ayrıldıktan sonra bu hikayeyi ben kendim yaşamış gibi anlatmaya başlıyorum.
Tebliğ et!